27 Temmuz 2010 Salı

balıklar da oyun oynar*

2010 yaz tatili maratonunu 1 haftada bitirdik ve ben sonunda izmir yüzü görebildim.
aklımdaki 1-2 şehiri daha görmüş oldum, hatta gördüklerimi bir daha gördüm. sırayla şöyleydi; adana, antakya, gaziantep, mersin ve alanya.

gezi arkadaşlarım olan anne ve babayla bir ilginçlik yaparak adana'da buluştuk.
tabi ki de buluşur buluşmaz kendimizi çok yorup hiç bir şey yememeye karar verdik çünkü Adana'ya asıl geliş sebeplerimizden biri de kebabtı( ya başka ne olacaktı). benim etrafımda
gördüğüm Adana ile alakalı her insanı sıkıştırmam sonucu öğrendiğimiz otele yerleştik ve şehri ikiye ayırdığı söylenen(eski-yeni) büyük cami tarafına gitmeye başladık. Sabancı'nın Adana'ya yaptığı yatırımlar hayli fazla, bunda çocukluğunun Adana'da geçmesi de baya etkili. Bahsettiğim devasa 1989 yapımı cami onların bağışıymış mesela.

Eski Adana tarafını görmek istediysek de olmadı çünkü yol çalışmalarının olması kenti
mahvetmiş. hali hazırda gittiği yoldan geriye dönemeyen bir gezi ekibi olarak bu garip yollardan geçmek istemedik ve rotamızı Seyhan Nehri'ne çevirdik. çok sıcak, felaket dedikodularına inanmayın, gayet nefes alınabiliyormuş. ayrıca sahil kenti olan Adana, nehrin alüvyonlu toprağı taşıyıp denizin kıyısına dökmesi ve bu toprağın çok verimli olması sebebiyle bir deniz yerleşkesi olmaktan çıkmış(gezi arkadaşlarımdan birinin coğrafya öğretmeni olması baya işe yarıyor). doğal olarak deniz kenarında tarım var. fakat Adana denizimiz yoksa nehrimiz var diyerek nehir kenarına öyle bir yerleşmiş ki. her taraf yeşil, yeşillerin arasında yemek yerleri, barlar, restoranlar vs
. Çukurova Üniversitesi'nin olduğu taraflar buralar, gelmeden önce de en güzel yerlerin burada olduğu duymuştum.

bu küçük geziyi bitirdikten sonra tabi ki asıl amaçlarımızdan birini gerçekleştirmek için bahsettiğim nehir kıyısında bulunan, herkesten duyduğum Kolcuoğlu kebabçısına gittik. ikram ettikleri 5632 çeşit mezeyi yedikten sonra etleri de tatlı niyetine yemiş olduk(?!). yanında da ısrarlar üzerine şalgam içtik. midemin baskısı vücudumu uyuşturduğu için ben o masadan pek sağlam kalkamadım açıkçası ama evet beklenildiği gibi adana gerçekten orada farklıymış.

otele dönmeye çalışma çabalarımız uzun süre sonuç vermedi. sora sora sonunda bulduk ve gezi ekibi arasında en yaşlısı ben olduğum için direk uyudum. geri kalanlar şehri bir de akşam görelim deyip yürüdüler. sabah erken saatte kalkış var(bu cümleyi artık kurmayacağım zira bu ekip ile her günümüz 7de başladı).

Sabah Adana'ya veda edip Hatay'a doğru yola çıktık. İlk gittiğimiz yer Samandağ'dı, ekip
arkadaşlarımın orada bir arkadaşı varmış o bizi gezdirecekmiş. İyi dedim, gidip o arkadaşı
da(artık ona rehber diyeceğim) aldık ve gezmeye başladık. Önce sahil kenarına gittik. Giderken gördüğümüz sayısız türbe nedeniyle rehberimiz bizi aydınlattı; hatay'da çok sayıda alevi yaşıyormuş ve buldukları her ilahi yeri çevirip burası türbe diyorlarmış. mesela şöyle yaptıkları da olmuş, eski zamanlarda artık göktaşı mı meteor mu uzaylı mı ne düştüğü bilinmez bir yere nur düştü nur düştü burası türbe olsun diye çevirmişler. böyle böyle sayıları belirsiz kubbeli yapılar ortaya çıkmış. Bunların en ilginci de sahilin kenarındaki Hıdır türbesi. türbenin etrafını araç yolu çeviriyor, yani aslında meydanın tam ortasında türbe var gibi bir şey. Peki bu ne işe yarıyor, insanlar türbeyi arabayla tavaf edebiliyorlar. bizzat şahit oldum, arabayla dönüyor etrafında 3-5 tur!

bu garip yerden ayrılırken rehberimiz bizi aydınlatmaya devam etti. Hatay'ın dinlerin buluştuğu yer olarak söylenegelmesi hakkında konuşurken, 'hoşgörü'nün ne denli gerçek olduğunu sordum. Rehber, şu tarafta ermeni köyü var, şurada aleviler yaşıyor, burada ise hiristiyanlar diye anlatılıyor fakat şu meşhur kilise nerede oraya gidelim dediğim zaman kiliseden geriye hiç bir şey kalmaması hakkında dem vuruyordu. Şayet hoşgörü dedikleri bu ise söyleyecek söz bulamadım. Kendisi de zaten çok da var olmadığını açıkladı.

Samandağ'ın sahil kesimini dolaşırken rehberimiz bize, bu terkedilmiş gibi duran ya da daha
sezon açılmamış mesajını veren beldenin sebebini anlattı. Zamanında bir sürü pansiyon, yazlık, otel, çeşitli turist merkezleri olan bu beldeye çok fazla arap turist geliyormuş(şuan da arap nüfusu hayli fazla). belde hareketlendikçe hareketlenmiş, büyüdükçe büyümüş, otel sahiplerinin bir süre sonra gözü dönmüş ve normalinden çok daha fazla para istemeye başlamışlar. böylece turist de gelmez olmuş ve tek tek tüm tatil mekanları kapanmış. Sokaklardaki lüks araba çokluğunun sebebi ise zamanında kenevir ticaretinden köşeyi denen çok sayıda insan olmasıymış. Hala da bir sürü kaçak mal ticaretinden zengin olan sayısı hiç de az değil.


Sahil kesiminde biraz ilerledikten sonra titus kaya mezarlarına gittik. çok ama çok bakımsız, korunmamış haldeki kaya içine oyulmuş mezarları gezip geri indik.


Ardından internette pek de okumadığım şelalelerin olduğu Harbiye beldesine gittik. Burada entarili adamlar o kadar fazlaydı ki tabelalar da arapça
yazılmaya başlamış. tabi ki de şelalenin aktığı yerlere hemen 3-5 restoran kondurmuşlar. suyun hızla aktığı yere yerleştirilen masalardan birine oturduk ve biramızı suya koyup bol tuzlu yemeklerimizi yedik. Bu yöredeki nar ekşisi aşkını da not düşmeden geçmiyorum.

coğrafyacımızın ısrarları üzerine çok bahsedilen hatay mozaik müzesini gezdik. kimse kusura
bakmasın ama çıkardıkları tüm mozaikleri yanyana sadece isimleriyle sergilemek çok da bahsedilecek bir şey değil. Ha tabi bir de çıkartılan bir mozağin ortalama olarak %30-40 ve bazen %70 lik bir kısmı olmadığı/çalındığı/parçalandığı düşünürsek hiç de büyütülecek bir müze olmadığını anlamış oluyoruz. (bu kısımda sevgili coğrafyacımız pek bir yorum getirmedi, asıl yorum gaziantepteki mozaik müzesini gezince geldi)

Hatay'a geldik künefe yemeden gitmeyelim diyerek künefe de yedik. Ben zaten künefeden anlamam ve yemem, orada usul gereği yedik, beğenmedim. diğerleri ise baya beğendi.

böylece rehberimize teşekkür edip bu garip şehri terkettik ve Antep'e doğru yola çıktık. 3-4 saatlik yolculuktan sonra, ekimde okuldan bir grup insanla görme şansı bulduğum ve kaldığım Antep'teki otelimizi bulmak için çabalamaya başladık. yaya olarak merkezini ezberlediğim bu şehire arabayla gelince afalladım ve ekip arkadaşlarımı o kadar sinir ettim ki, 45 dakikadan sonra otele girdiğimizdeki yüz ifademizi gören resepsiyonistler bize sakinleşmemiz için kekik çayı ikram ettiler. Hayli yersiz yönsüz bir insan olduğumu burada tekrar kanıtlamış oldum.

eşyaları bırakıp Antep'in o meşhur evlerinin birinin bahçesinde canlı müzik yapan la mia verita'ya gittik. bu yorgunluk ile bu güzel yerin birleşiminde de küçük bir doğumgünü kutlaması yaptık.

sabahın yine bir köründe uyanıp kahvaltımızı yine araplar eşliğinde yaptık ve yaya olarak merkezi gezmeye başladık. Bu sefer rehber bendim, ekimdeki geldiğim 5 gün nereleri gezdirdiler ise bize, onları da oralara götürdüm.

Önce, restorasyonda ve eski yapıların kıymetini bilmede inanılmaz iyi olan Antep'in 'kültür yolu projesi' kapsamında restore edilen kale ve çevresini gezmeye başladık. Çarşı, bedesten ve hanları gezdikten ve alışverişimizi yaptıktan sonra çarşıda bulunan İmam Çağdaş'da yemek yedik. bir kez daha kebabın bu yörede yenmesi gerektiğini karar verip otele döndük. biraz daha uzak yerlere gideceğimiz için arabayı aldık ve Antep'in müzesini gezmeye karar verdik. Ekimde inşaatını gezdiğim zeugma müzesinin açıldığını düşünüyordum fakat yetiştirememişler (zeugmadan çıkan tüm mozaikler oraya taşınacak, inanılmaz büyük bir yer). dolayısıyla o
mozaikler hala bu müzedeymiş. burayı gezince ekiptekiler gerçek anlamda mozaik görüp, mozaik sergilemenin, yanında hikayelerini yıllarını yazmanın ne kadar önemli olduğunu farkettiler ve baya etkilendiler (he he hatay). Hala da sergilenmeye bekleyen bir yığın mozaik depoda bekliyormuş. (ayrıca bir önceki gelişimde antik kente de gitmiştim, oraya da büyük bir strüktür inşa ediliyor. kent tamamen koruma altına alınıp sergilenebilecek)

Buradan sonra Antep'e dair herşeyi bulabileceğimiz kent müzesini de gezdik. Tarihi, gelenekleri, yöresel yemekleri, yapıları, restore edilen bölgeleri vs şeylerin anlatıldığı ve sergilendiği yer de aslında restore edilen bir han. Bayazhan'ın üst katları kent müzesi olarak kullanılırken avlusu ve alt katlarında avluya açılan bölümleri ise restoran olarak kullanılıyor.

Kent müzesini hızlı hızlı gezip bitirmemizin amacı Antep'e 1-1.5 saat uzaklıkta bulunan, baraj yapımı nedeniyle sular altında kalan Halfeti'ye gidecek olmamızdı. Yine yollarda uyudum ve Halfeti'ye ulaştık.

Arabadan iner inmez bizimle muhabbete başlayan bir tekne sahibiyle yola çıktık. Kendi köyü de
suların altındaymış, eski halini anlattı, suların ne kadar yükseldiğini anlattı. Ekip arkadaşlarım önce güvenliğimizden endişe etseler de bir süre sonra kendilerini manzaraya kaptırıp korkmaktan vazgeçtiler. Hasankeyf'ın sonuydu aslında şuan yaptığımız gezi, binası olmayan ama minaresi gözüken bir cami, kenarda köşede kalmış bir iki yapı. bu bahsettiğim caminin olduğu bölümde mola yeri var, orada durduk. Mola yeri dediysem de işte kaptanlar bilecek de getirecek. 7-8 hane kalmış, onlarında sadece 1i yaşıyor ve 1 de bu küçük çay bahçesini işletenler. Köylerini anlattılar uzun bir süre ve bir de şimdi ki yokoluşu. onları aynen hasankeyf'te yapıldığı gibi dağ başında kurulan yeni halfeti'deki beton yığınlarına taşımışlar. eski yerlerinde verimli toprakları bulamayan aileler de genelde göç etmiş büyük şehirlere. bir de o gün su o kadar yükselmişti ki, normalde çay içilen bahçe neredeyse masalara kadar suya gömülmüş. arada çok dengesizlik oluyormuş mesela baraj kapaklarını kapatıyorlarmış. 2-3 yıl önce de büyük kuraklık nedeniyle su o kadar azalmış ki, bizim kaptan sular çekilince meydana çıkan köye gidip okulunu gezmiş.

orayı da bitirdikten sonra Antep'e dönüp yemeğimizi yedik ve uyuduk. Sabah da bey
mahallesindeki cafelerden birine gidip kahvemizi içip yola çıktık ( bey mahallesi de antep evlerinin bulunduğu tarihi bir bölge, sokaklar restore edilmiş fakat evlerin içi yapılmamış. ev sahipleri de cafelere kiraya vermişler. Avlulu cafelerde oturabiliyorsunuz). Yeni rota ekip arkadaşlarının Mersin'deki arkadaşları'nın evi. orada öğle yemeğimizi yedik ve ilk kez nerede kalacağımızı planlamadan Mersin'in sahil şeridinden Alanya'ya doğru yol almaya başladık.

Mersin'in merkezinden çıktıktan sonra 'mersin'de yazlığımız var' olayının aslında, sahil kesiminde mimarinin yüz karası 20 katlı bina olmaya çalışmış yapılarda daire sahibi olmak olduğunu anladık. Sahili tamamen kapatmış bu 'gökdelenimsi' şeyler o kadar çirkin ve alakasız duruyordu ki üzülmeden edemedik. Demek ki güneyin yazlık anlayışı böyle imiş diyerek yolumuza devam ettik.

havanın kararması ve sahil yolunun dehşet virajları bizi yıldırdı ve arada çıkan 2-3 koydan birini gözümüze kestirdik ve otel ilanlarından birini takip ettik. ben sessizlikten terkedilmiş bir sahil kasabasına geldiğimizi düşünüyordum ki 3-5 yazlığın balkonundaki havlular korkumu geçirdi. bulduğumuz otele yerleştik. otelin yarısından fazlasının arapların işgalinde olduğunu söylemem gerekir mi bilmiyorum, bir ordu şeklinde gezen araplar bir ordu şeklinde yemek yiyip yine bir ordu şeklinde uyumaya gidiyorlar. akşam saat 9da sıcaktan ve nemden bayılarak yemek yedik ve tüm sahilde uyuma ısrarlarıma karşı kendimizi klimalı küçük bir odaya kapatıp sabahı bulduk.

sabah Silifke ve Anamur'a doğru yol alırken geçtiğimiz tüm sahil şeritlerini o kadar 70'ler izmiriydi ki; halk plajları, kamp alanları, piknik yapanlar... Doğal, halka ait, bozulmamış alanları geçip Anamur'a geldik. yoldaki yemek ilanları artık sadece muz üzerine kuruluydu, küçük tabelalarda 'muz börek çay' , 'taze muz', 'hediyelik ucuz muz', 'muz ve bık bık', muz muz muz vs. Evet tüm bunlara rağmen biz hiç muz yemedik.

Alanya'ya vardığımızda ise Türkiye'nin gerçekten tam bir turist cenneti olduğunu farkettim. Arapların arasından çıkıp tam bir sarışın cennetine düşmüştük, dahası burda her yer otel, yazlık, çarşılar, yemek yerleriyle doluydu. Burada da bir otel bulup yerleştik ve gezinmeye başladık. İlk başta büyüleyen Alanya biraz içerilerine girince turistik alanları nasıl mahvettiğimizi bir kez daha kanıtlamış oldu. Bir sürü sahte ürün satan esnafla dolu çarşısı doğal olarak sinek avlıyordu fakat yeme içme mekanları tıka basa doluydu.

Bu duraktan sonra da Antalya'da kendimizi 2 günlük bir tatile verdik ve evimize döndük. En çok antep'de bıraksınlar istedim beni, yine gidicem, bir daha gidicem, en çok o tarafa gidicem, mardin'e de gidicem, hep gidicem.

*başlık da, son iki günlük tatilde, denizde birbirine geçirilmiş pipetler ile oynayan bir balığa ithafen. evet oyun oynuyordu! pipetlerin ikiye ayırdığı denizde, bir tarafa pipetlerin üzerinden geçiyordu, dönerken pipetlerin altından geçiyordu. oyun oynamıyor da ne! he he balık besleyin sağ altta balık var!

sevgiler.

13 Temmuz 2010 Salı

imeneo iyidir

'imeneo' iyidir, hisarda daha da iyidir.
kabul ediyorum ki, opera festivaline olan tepkim davetiye buluşu sebebiyle bir hayli azaldı. (yazarın protestosu güvenlik güçleri tarafından zorlukla bastırıldı ya da bir davetiye ile yola geldi.)
Hisar'ın içindeki açık hava tiyatrosunun ne sebeple ve ne zaman yapıldığına dair bir bilgi bulamasam da (savunma amaçlı yapılan bir kale sonuçta, değil mi?) tahmin ediyorum ki onarımı ve restorasyonu sırasında dönüştürülmüş. tahminim pek de mantıklı değil zira öyle bir yerin sonradan yapılması kolay değil. (restore ettilerse de eklenmiş olamaaaz diye içimdeki ses çığrındı şuan çünkü bakalım tdk,
restorasyon: eski bir yapıda yıkılmış, bozulmuş olan bölümleri aslına uygun bir biçimde onarma, yenileme) evet muhtelemen ilk inşaası sırasında planlanmış.

bir önceki gün hava muhalefeti yüzünden iptal edilen aynı oyunun seyircilerinin de olduğunu düşünürsek pek kalabalık değildi. Festivalde yer olan oyunların denkliğinin olmadığını bildiğimiz için ( bir tarafta berlin bir tarafta izmir) insanların 'festivale gidelim hangisi olsun' sorusuna çoğunlukla 'imeneo' cevabını vermemiş olması normal, hak verdik.

her durumda izmirlileri görmek güzeldi.
sevgi saygı x 2

4 Temmuz 2010 Pazar

opera hangi halk ile buluşuyor

1. uluslararası istanbul opera festivali 2 temmuz itibari ile başladı. pek çok ünlü ve güzel eserin İstanbul'un tarihi mekanlarında sergilenecek olması, ilk festival olması gibi önemli bir sürü durumu var.
programa ilk baktığımda Fatih Akın'ın Duvara Karşı filminden uyarlanan operası dikkatimi çekti ve şöööyle bir biletix'e gözüm kaydı.
bilin bakalım sonra neler oldu? Uluslararası istanbul operası diye başlattıkları bu festivalde toplamda 8 oyun sergileniyor ve 8 oyundan sadece bir tanesinde öğrenci bileti alabilmek mümkün. diğerlerinde ise en ucuz bilet 30 tl, o da işte merdiven altından falan izlenebilen türden. uygun biryerden alınmak istenirse 50 tlye operayı izlemek mümkün.

sonuçta anlamlı ve güzel bir organizasyonda biletlerin pahalı olması anlaşılabilir türden, peki sınırlı sayıda öğrenci bileti üretilmemesini kim açıklayacak?

bakalım festival rejisörü Yekta Kara ne demiş;
- Opera burjuva sanatıdır şeklinde bir düşünce var hep. Bir kere bu gerçek değil. Hayatında hiç operaya gitmemiş insana da ulaşmak istiyoruz.

hayatında hiç operaya gitmemiş insanlara ulaşmak konusunda onlara büyük başarılar diliyorum ama ben yine de olayın bu kısmında değilim.

bir de reklamları niye bu kadar yüzeysel olmuş diye söylenip duruyordum, kadın bakkaldan ekmeği operadaymış gibi söylüyor, adam minibüste kendini duymayan şöförün ilgisini şarkı söyleyerek çekiyor. sonra da 'opera halka indi' oluyor.

kızdım size çok, protesto ediyorum gitmicem. naber?

şişmanlık iyidir

Botero'nun Pera müzesi'ndeki sergisine hayatımda sahip olduğum en zayıf arkadaşımla gitmem ve sergi temasının şişmanlık güzeldir olması arasındaki ilişki beni 24 saattir düşündürüyordu ki, Fernando Botero ile ilgili gazetede birşeyler okuyunca aklımdakileri bir yaziyim dedim. çok uzun bir süredir blogger yüzü bile görmeyen bünyeye de iyi geldi ne yalan söyleyeyim.

78 yaşındaki kolombiyalı sanatçının Pera'da görebileceğimiz resimleri; sirk, boğa güreşi, latin amerika halkı, latin amerika yaşamı, ölü doğalar ve sanat tarihinin geçmiş ustaları adlı bölümlerden oluşuyor. çocukluğunda matodor olması için baskı yapılıp boğaların yanına verilen bir çocuğun boğa güreşi resimlerinin olması, resmettiği meyvelerin bile gereğinden fazla hacimli olması, bakınca basit şişman insanlardan oluşan resimlerin minik minik ayrıntılar içermesi gibi durumlar var sergide. biz gezerken pek keyif aldık, hee bu çok şirin bu daha çok şiriiin diyerek hepsine atladık neyseki sergide az insan vardı.

durum bir de şöyleymiş, doğal olarak sergi için 64 yapıt seçiliyor
fakat bugünkü radikalin ekinde okudum ki aslında seçilenler arasında Botero'nun kişiliğinin tam yansıtılmasını sağlayacak bazı eserleri hiç seçilmemiş(1). Botero aynı zamanda ABD'nin ırak işgali
sırasında Ebu Garip cezaevinde yaptığı insanlık dışı uygulamaları konu alan resimler de yapmış(2). Ayrıca kolombiya iç savaşını da anlatan resimleri ile ülkesini eleştirmekten de geri kalmıyormuş.( sağdaki de otoportresi, tabi asansör baskısı )

sergide başka biri tarafından biyografi tadında çekilen videoyu izlediğimizde
de farkettim ki resim ile olduğu kadar heykel ile de pek ilgili bu adam(3). bir çok avrupa kentinde heykelleri ile açık hava sergileri oluşturmuş. heykellerin oradan oraya taşınması yerleştirilmesi ile ilgili söylemleri vardı. resimlerini anlattığı kısma kalmadık, baştan sona izlenebilir.

bir sürü de fotoğraf çekip oradan en zayıf arkadaşım ile ayrıldık. Sergiyi de en zayıf arkadaşımı da pek sevdim, bir daha beklerim. Botero bir daha gelemese de o gelsin yine gidelim.

(1) : http://www.harftamircisi.com/boteronun-mutfagi.html yazıyı radikalde okudum fakat Mehmet Uhri yazıyı kendi sitesinde de yayımlamış, bu link kendi sitesinden.
(2): http://www.bampfa.berkeley.edu/exhibition/botero_2009 eylül 2009-şubat 2010 sergilenmiş.