15 Aralık 2011 Perşembe

istiklali 4 saatte yürüyememek

öyle ki amaç galatadan karaköy'e inmek, eminönüne geçip sonra geri dönmekti. takribi 5 saate yayılmasını istediğim ayaküstü gezinin 4. saatinin sonunda şişhaneye ulaşabildiğim için mutlu, hava karardığı için dönme zorunluluğu hissederek metroya bindim ve evimin yolunu tuttum.

peki neden gezinin sonu gelmedi?

1. salt istanbul

istanbullaşmak sergisi o kadar güzel ki, kelimelerle toplanan olaylardan her türlü yazıyı, fotoğrafı, videoyu izleyebileceğiniz interaktif bir sergi olmuş. en çok vakit burada harcanıyor, şöyle rahat rahat incelemelik vakit ayırmak lazım.
























2. borusan müzik evi

seçkin pirim'in heykelleri var içeride, 2 katta sergi var zaten diğer katlar konser alanı. bu katlarda da bildikleri herşeyi anlatmaya gönüllü rehberler var, föy veya tanıtıcı hiç bir şey olmadığı için bu görevi seve seve üstleniyorlar. En üst katta muhteşem kokulara sahip bir bahçesi var, en alt katta da bir cafe ve kitapevi var (robinson crusoe). Binanın ön cephesi her ne kadar eski dursa da iç taraf komple yıkılıp tekrar yapılmış, tasarımcısı da gökhan avcıoğlu. detaylarıyla birlikte şa-ha-ne olmuş ! sergiyi gezmek çok vakit almıyor ama detay incelemek isteyenler daha çok vakit ayırmalı. Bir de haftasonları ofis-müze olan bir yapısı daha var Borusan'ın. oraya da gidip ikisi hakkında daha ayrıntılı yazarım diye düşünmekteyim.

















ha gezinin asıl amacı da fotoğraf çekmekti. kafa böyle yerlere gidince, çektiğim fotoğrafların da kimseye hayrı olmuyor tabi. gülücük ve veda.



12 Aralık 2011 Pazartesi

fikir dediğin yürüyerek gelir mi?

DırııırırırırırırDIIIIMM

bu seneki yılbaşı kartlarının teması ne olsun ne olsun!! diye düşünüyorum hala,

kartlar geliyoooo o o o o ooo rr !!!

önce fikri gelecek tabi, neyse var bir şeyler aklımda.

bu sefer son dakikaya da bırakmıcam hem, yeni yıla girmeden kartlarınız düşecek posta kutularınaa a a aa!!!

sabırla bekleyiniz efenim.

9 Aralık 2011 Cuma

7 Aralık 2011 Çarşamba

romalıların yüzme bilmediğinin ispatı

















bu fotoğrafın çekildiği akşam, en çok özlenilen akşamlardan biridir.

o duvardan su akıyor, sıçraya sıçraya. biz de yürüyoruz ki kenarından ıslanalım diye. neyin kafası?

ayakları suya değdirmekle başladık, sonra hal bu hal. richard meier gidecek romaya, bir sunağı korumak için müze tasarlayacak, önüne de havuz, biz de gidip 4 yıldır ismini sürekli duyduğumuz bu tasarımcının tasarladığı havuzda eğlenmeyecektik de ne yapacaktık? müzeyi mi gezecektik?

üzgünüm Richard, vakit olmadı müzeyi gezmeye, şöyle bir baktık içine sadece. Ama havuz şahaneydi, romalılar neden beğenmiyor anlamıyorum, yüzme bilmiyorlar herhalde.

20 Kasım 2011 Pazar

what i didn't know is

kürkçünün tilkinin geri döneceğini bilmesi ama hesap edememesi akıl almaz bir şey değil mi?
biliyorsun ama bak sen şu işe ki bilmekle kalmışsın, demişsin ki diğerleri gibi, dönüp dolaşıp geri geleceği yer burasıdır, ama gelirse ne olur hiç hesaba katmamışsın.

kızarım çok, haklı da bulurum kendimi. hesaba katmam yaptıklarımı, unutur giderim. hemen telafi edilsin isterim, ederim sanırım. zaman her kötü şeyi silip süpürdü sanırım, ama süpürmez. hesaba katmadıklarımla yüzleşirim.

peki, susuyorum.
ama uzun süreli değil.



Bill: Mommy is still angry at Daddy.
B.B.: Why?
Bill: Well sweety, I love Mommy, but I did to Mommy what you did to Emilio.
B.B.: You stomped on Mommy?
Bill: Worse. I shot Mommy. Not pretend shoot, like we were just doing. I shot her for real.
B.B.: Why? Did you want to see what would happen?
Bill: No, I knew what would happen to Mommy if I shot her. What I didn't know is, when I shot Mommy, what would happen to me.
B.B.: What happened?
Bill: I was very sad. And that was when I learned, some things, once you do, they can never be undone.

28 Ekim 2011 Cuma

Salk institute


Louis Kahn – Salk Institute – La Jolla, California, ABD, 1959-1965



Bu, bir projenin mimari ve işverenleriyle ilişkilerini her yönüyle inceleyebildiğim 2. örnek, bu sebeple daha çok taze bu ilişkiyle bir binayı inceleme fırsatı bulabilmem. Çünkü bu fırsat araya duyguları sokmaya sebep veren bir fırsat, bir binayı duygu ve hissiyatla sunmak ise olmaması gereken bir durum. Acemi olduğum içinse bu durum hakkında pek kendime engel olabildiğimi söyleyemem.

Louis Kahn, 1959 yılında Richards Araştırma labaratuarlarını tasarlamış ve uygulamasına geçmişken Jonas Salk ile tanışıyor. Salk’ın amacıysa ona bir enstitü tasarlatmak, tavsiye üzerine şantiyeye gelip görüşüyorlar. Bu sırada richards araştırma labaratuvarları binasının kabası bitmiş halde. Kahn’ın o sırada tüm tasarım fikirlerini uygulayabildiği bu kabası bitmiş bina, aslında ona sonradan çok sorun çıkartacak bir bina. Çünkü o yıllardan sonra farkedilecek bir bütçe açığı sebebiyle Kahn’ın tasarladığı bir çok fikir uygulanamıyor, bu da sonrasında bu binayı eleştirilerin merkezi haline getiriyor. ‘my architect’ filminde, orada çalışan bir insan ‘buraya gelip neden fotoğraf çektiklerini anlamıyorum, içeride adam gibi çalışamıyoruz bile, ya çok soğuk ya çok sıcak bir çalışma
ortamında çalışanlar olarak biz ne kadar mutlu olabiliriz ki’ diyor. Ama Salk enstitüsü tamamen farklı, o, oğluna bile babasının hayalini hatırlatabilecek kadar güçlü.

Richards araştırma labaratuarında görebileceğimiz Louis kahn yaklaşımı ise servis veren ve servis alan mekanların birbirinin keskince ayrılması. Planlarından da görülebileceği üzere, ortak ve servis alan mekan olan labaratuar ortamı kule biçiminde yükseltilmiş, kulenin etrafında ise merdiven, teknik odalar, asansörler gibi servis veren mekanlar ‘takılma’ durumu ile ayrımı vurguluyor. Daha sonradan ortaya çıkan sorun ise güneş kontrol elemanlarının düşünülmüş olduğu halde uygulanamaması. Bu da içeride çalışan araştırmacı insanların rahatsızlık duyması, deneyleri için bu sıcaklığın olumsuz etkileri. Ayrıca Kahn’ın mekânsal ve strüktüralist yaklaşımı sebebiyle açıkta bırakılan havalandırma sistemi, bazı çok ayrıntılı toz kontrolü gerektiren labaratuarlarda sorun çıkarıyor ve tavanda mimarın yaklaşımıyla açık bırakılan havalandırma/ısıtma/soğutma sistem boruları bir asma tavan aracılığıyla kapatılıyor. Bunun gibi kullanım sonrası çıkan aksaklıklardan ötürü bina eleştiriliyor.

Jonas Salk ile görüşmelere başlandıktan ve 1960da California üniversitesi bünyesinde bulunan mevcut arsa gezildikten sonra hemen bir tasarım önerisi geliyor. Gelen ilk öneri, richards araştırma labaratuarına çok benziyor, kuleler ve etrafına takılan servis elemanları. Oysa bu arsa, pasifik okyanusunu görüyor ve bazı profesörlerin odasının bu manzaraya hakim olurken bazılarınınsa olmaması üniversitenin istediği bir durum değil.





İkinci öneri ve ardından üçüncü ve son öneriyle birlikte
proje son halini alıyor (3. fotoğraf). Son halinin mimari tanımı ise, 2 ana labaratuar binası, ortada avlu, binaların ortaya bakan kısımlarında araştırma görevlileri odaları (her oda okyanusa bakacak şekilde), binaların diğer tarafa bakan bölümleri ise teknik kısımlar (sirkülasyon, depolar), labaratuarların gerekli servis sistemleri için ( havalandırma, ısıtma) ayrı bir kat oluşumu ve bu kat oluşumunu da labaratuar açıklığını geçmek için kullandığı vierendeel kiriş sisteminin içinde çözümlemesi. (4. fotoğraf)
servis veren ve alan mekanlar ise burada sadece planda değil kesitte de ayrılıyor.



Vierendeel sistemiyle oluşturulan açıklıklar ve 'resmen' servis sistemlerine bir kat vermek, onu hem ulaşılabilir kılıyor hem iyi bir çözümleme sunuyor. Böylece hem tavanda zorunlu yer bırakma hali yok, hem de bir sorun olduğunda insanları rahatsız etmek yok. Yandaki perspektifte de ara kat oluşumu görülebilir.




Peki mimari tanımlamadan öte ne var? Tasarım aşamasında pennsylvania üniverstesinde Kahn'ın öğrencisi olan Gönül Aslanoğlu Evyapan, Louis Kahn 'ın şekillendirdiği son tasarım fikri hakkında şunları yazıyor;

"Louis Kahn, Salk Araştırma Merkezi için geliştirdiği, yüksek estetik değerleri haiz yapı sistemini 'fazla güzel ve narin' olduğu gerekçesiyle terkedip, laboratuarın doğasına uygun yalınlıkta 'hor kıllanılabilir' (kickable) bir sistemi seçtiğini heyecanla aktardığında sınıfça hayal kırıklığına uğramıştık. Ama geçen otuz yıl Louis Kahn'ın seçininin ne kadar yerinde olduğunu gösterdi."

Laboratuarın doğasına uygun 'hor kullanılabilir'... Aslında bu konu bizi tam olarak Louis Kahn'ın tasarım fikrinin içine sokuyor, 'binanın ne olmak istediği'.
[Mekanın ne olmak istediğinden mimar bildik olmayanı anlayabilir.
Bu bildik olmayana biçim verdirecek yaratıcı gücü ve öz eleştiri yeteneğini düzenden alacaktır.
Güzellik gelişecektir.] Louis Kahn, Düzen

Tabi ardından mekanın ışıkla biçimlendiği ve mimarın tüm mekanları neredeyse yapay aydınlatma ihtiyacı hissettirmeden kurgulama istediği var.

Ortadaki avluyla ilgiliyse küçük bir not var, açıklık projenin sonuna kadar hep ağaçlandırılacak diye planlanmış. (3. fotoğraftaki makette görülebilir) Son aşamaya gelindiğinde Luis Barragan adlı sanatçı ile görülüşüyor ve Barragan, enstitü binasını, güneş, ışık oyunları ve binanın dışında kullanılan yalın betonarmeyi düşünerek burayı boş bırakıp ortadan ince bir havuz geçirme fikri sunuyor. O kadar yerinde bir karar ki, bina şuanki etkisini ve gücünü neredeyse bu açıklıktan alıyor. Sonuç olaraksa ortaya böyle bir yapı çıkıyor. Uygulanan tasarım fikirleri günümüze kadar bir çok yapıda ilham kaynağı oluyor.

Kısaca böyle, aşağıda yazacağım kitapta bu detaylardan çok öte detaylar var. Görüşmeler, tutumlar, çöpe atılan fikirler, tasarımlar... Bir yandan bunları analiz ederken diğer yandan oğlunun çektiği son derece duygusal filmi tek gözle izleyordum, sunum bitene kadar ben de bittim. Zira bu filmde sadece mimarlık yok (izlenmeli!), baba-oğul ilişkisi, aile, mimarlıkta kurduğu ilişki, arkadaşları, arkadaşlarının Louis Kahn için söyledikleri... ki bunlar arasında oğlunun i. m. pei ile bir röportajı var, yaptıkları binaları karşılaştırıyorlar ve Kahn'ın müşteri seçiminde ne kadar titiz olduğundan bahsediyorlar. I. m. pei çok ve çeşitli müşteriyle çalışıp çok ürün üretebilirken Kahn tam tersi durumda. sonra da ekliyor,

Buildings doesn’t mean success, 3 or 4 masterpiece is more important than 30-60 buildings, it about quality, not quantity."



Leslie T., Louis I. Kahn: Building art, building science, George Braziller, 2005

Modern Mimarlığın öncüleri: Louis I. Kahn ve Tarih, Boyut yayın grubu, 2002

Nathaniel Kahn, My Architect, 2003

13 Ekim 2011 Perşembe

23

istanbul-taksim
12.10.2011

4 yıl geçti, dün en gerçekçi yanılsamayı yaşamışım, karşımdaki şehir aslında izmir'di.
Elimde ne yazık ki bir fotoğraf bile yok.
yanımda olanlara sonsuz sevgi.

2 Ekim 2011 Pazar

gelecek keyifle mi gelecek?

bak benim tek derdim konfor tamam mı?

çalıştığım 4 duvar arasında, ısıl konforum, çalışma masamın üzerine düşen ışık miktarı(tercihen doğal, zorunda kalınca yapay), etrafımdaki gürültü azlığı, insan azlığı gibi etmenler ne kadar iyi olursa, benim için orası iyi bir çalışma 'mekan'ıdır. bonus olarak manzarayı esas alırım ama bazen bu bonus herşeyi etkileyebilir, olmazsa olmaz haline gelebilir.
Şayet böyle bir yer bulursam, severim, çalışırım, sahiplenirim, sevdiririm.
Bir gün bir 'mekan' oluşturacaksam da önce oturup kendim keyif almayı isterim, keyif yoksa oluşum yok.
bu kadar da keyfe kederim.

*yazının çıkış noktası paristeki okulun proje binasından çekilmiş olan fotoğrafı tekrar görmem. ya özlenecek yer/kişi nasıl da belli etmiyorsa kendini, sırrını da o kadar geç keşfettiriyor işte. bıraksalar şimdi oraya beni, ya neyse bir şey demiyorum, özleniyor işte.

öğretiyorsanız bazı 'mekan'sal gerçekleri ve gereklilikleri, nerede öğrettiğine dönüp bakacaksın sevgili eğitmenim. yoksa olay kelin merhemine dönüyor.



4 Eylül 2011 Pazar

yazayazmak


Küçük küçük bir sürü ev var burada sanki; pencereleri, kapıları, kilitleri, hava delikleri, içerisindeki eşyalarıyla. Onların yanında duran mezar taşlarıysa sanki buraya ait değilmiş gibi, sanki burası aslında hep böyle küçük evlerden oluşuyormuş da birileri gelip değiştirmiş gibi. Çok kasvetli, bol örümcek ağlı. heykeller bile acıdan kıvranır halde. Yalnız gelsen korkarsın, ya da korkmaz kendinle yüzleşirsin, düşünürsün belki. O küçük evlerin kapılarının üstündeki camlı bölmelerden içeri bakarsın, belki 10 yıldan beri kimsenin gelmediğini anlarsın. 10 yıl önce geldiklerinde şimdi paramparça haldeki o taburede oturup dua mı ederlerdi diye düşünürsün. Ne oldu da gelmiyorlardır diye düşünürsün, cevap gecikmez. O kilitli küçük 1-2 metrekarelik evler de böyle böyle eskir, içlerine girilemez hale gelir diye düşünürsün işte.

Ünlü bir mezarlık olduğu için aradıklarını kolay bulursun, başlarına gidip durursun, durup ne yaparsın peki? 2 türk vardır ya en önce onlara gidersin, anında kendilerini belli ederler zaten. Biri bembeyaz, biri gri, ikisi de birbirinden güzel ve etkileyici. Bu 2sinden sonra devam edersin yoluna, heykeliydi, taşıydı, hayranları tarafından bırakılanlarıydı derken küllerin olduğu bölüme gelirsin.

Karedir bu alan, ortada ise yakıldıkları mekan, evet burnuna hemen kokusu gelir. İçeriden siyah giyinen bir takım insanlar çıkar. Etrafındaki onca saklanan küle mi şaşırasın, ortada külü için yakılan bir insan olduğuna mı, bilemezsin. Bir süre dolandıktan sonra işte görürsün;











Sonra şaşırırsın işte, ne biliyorsun ki yakılmış mı gömülmüş mü, ne istemiş, ne istememiş, yanındaki kim, bu kültür nasıl bir kültür, ziyaret nasıl bir ziyaret. Öyle bakarsın işte. Hiç bir şey bırakamadan, konuşamadan, sadece isminin yazılı olduğu tablaya dokunup geri dönersin.


*geleceğimi söylemiştim, ikinci mektubu ise yazayazdım diyelim, sonra.

3 Eylül 2011 Cumartesi

261 metre diyolla










shop yok, panoramalar bu kadar oluyor anca. Ama 261 metre yükseklikten çekildiği gerçeğini değiştirmiyor bu değil mi?

Bahsettiğim yer Sapphire terası. Modern şehirlerin seyir teraslarının istanbul'daki şubesi olmuş kendisi, evet eksikti de denebilir. Yukarısı çok rahat, 360 derece görülebiliyor heryer, doğu-batı diye ayrılmış. O kadar rahat ki cam kenarları hep masa sandalye. Yukarıdaki fotoğraf o camlı masalı sandalyeli bölümden değil de, bir üstünden, gerçekten Sapphire in en tepesinden çekildi. Oraya da çıkış vermişler, orası komple açık cam yok. Camlı terasın da üstü şimdilik açık ama sanki kışa doğru başka çözümler düşünülecek gibi, belki de düşünülmüştür. Bir hediyelik eşya dükkanı var ama pek çeşit yok, zamanla o da olur. Sapphire açılmadan onu meşhur eden fotoğrafından da magnet, puzzle yapmışlar. Bu fotoğraf biraz güzel bir fotoğraftı, uzun bir süre bakakalmışım;















Şimdilik teras seyrinden öte bir de 4d simülasyon izleme şansınız var, küçük bir salonda gözlüklerinizi takıp istanbulda 3 boyutlu bir tura çıkıyorsunuz. Gidince en çok bu görülmeli, görüntüler çok güzel olmuş. Ama buna ekstra para ödeniyor, her türlü değer.

Ha bir de, bu ay galiba başak burçlarına %50 indirimliymiş, sonra da teraziler olacak büyük ihtimalle. Hem bu fırsatı hem de açık kapı festivaliyle mimarlık öğrencilerine olacak indirimi düşünerek ben bu ay 1-2 kez daha çıkarım diye düşünmekteyim. Hem de biri akşamüstü, hava kararmakta iken, güzel fotoğraflar çekmek için olacak. Diğeri de sabah kahvesi ( evet çünkü o manzaraya karşı bir kez daha oturulur, hatta gazete alınır, türk kahvesi söylenir, kimsecikler yokken keyif yapılır, sonra hayata devam edilir). Ha tabi bu şımarıklığımın sebebi artık kendisinin evimize 5 dakika uzaklıkta olması! (burada çok sırıtkan bir surat var ama siz göremiyorsunuz)

Sonuç olarak gidin gezin , e buralara kadar gelmişken bana da bir ses edin olur mu!

where is my flying car?

...
"Duymazdan gelerek ayrılıyorum evden. Sahile inen ak taşlarla döşeli sokağa çıkar çıkmaz öfkem dağılıyor. Sokağın iki yanındaki yüzyıllık kızılçamlardan yayılan reçine kokuları içimi açıyor. Geniş bahçeli, tek katlı komşu evlerin önünden geçerek ak taşların üzerinden mavi denize ilerliyorum. Kulaklarımda kızılçamın dallarında gezinen ince rüzgarın çıkardığı tatlı çıtırtılar ile dur durak bilmeden ötüşen kuşların neşeli şarkıları var. Sokağın sahille buluştuğu noktaya geldiğimde, bütün görkemiyle Haliç çıkıyor karşıma. Sağ tarafta sisler arasında Eyüp, tepede Fransız şairi Pierre Loti'nin kahvesi, sol tarafta bir zamanlar -sosyal sınıfların var olduğu günlerde- tütün işçilerinin oturduğu, şimdi botanik bahçesine dönüşmüş Balat semti.

Güneş gözlüklerimin arkasından İstanbul Boğazı'na doğru bir yay çizersek uzanan Haliç'e bakıyorum. Sular güneşin altında ışıl ışıl yanıyor. Haliç'e, Altın Boynuz adını verenler ne kadar da haklıymış, demekten kendimi alamıyorum. Eskiden , -insanoğlu teknoloji karşısında etik değerlerini oluşturmadan önce- Haliç bir çöp yığınıymış. Fabrikaların atıkları, kanalizasyonları buraya akarmış. Değil burada denize girmek, burnunuzu tutmadan yanından geçmek bile çok zormuş. İstanbulluların Haliç'i kurtarması yüzyıllar sürmüş. İnanabiliyor musunuz, bir zamanlar bu görkemli güzelliğin üzerinde köprüler varmış. Bir belgeselde izlemiştim; şekilsiz, çirkin, çelik ve asfalt yığınları; güzelim Haliç'e vurulan iğrenç prangalar. Neyse ki ulaşımı tümüyle havaya kaydıran İstanbullular üç yüzyıl önce o köprülerden kurtulmuşlar."
...

Ahmet Ümit'in Aşk köpekliktir kitabının "Aşk Ütopyadır" adlı öyküsünden alıntı bu. Şimdi bu kitap elime niye geçti, pek açıklamak istemem, lakin yukarıdaki paragraflar kitabın akılda kalıcak tek satırlarıdır. Bu satırlardan sonra öyle hayallere daldım ki, kitabı bırakıp uzun süre tavana baktım. Hayal ettim, boğazı düşündüm, ağaçları, kuşları, böcekleri... sonra her hayal gibi o da bitti ne yazık ki. Ya kitabı okumayın sakın, çok gereksiz. Ama bu satırları okuyup hayal edin, çok güzel bir şey, İstanbul'u böyle düşünmek şahane.
Ha tabi bu konuyu hayal edince aklıma gelen bir ekşi başlığı vardır ki, buradan bakılabilir.


20 Ağustos 2011 Cumartesi

Sevilla

-i-na-na-mı-yo-rum! sizler 4 günde gördüğüm 10. türk falan olmalısınız!!

evet bunu diyen sevilla'nın o sıcağında dil okuluna gelmiş bir lise öğrencisi, kısa sürede gördüğü 2 rakamlı türk sayısına eşit olduğumuz için çok heyecanlı. bizse bu kadar heyecanlanmasını garip karşılıyoruz ve bakıyoruz anlamsız anlamsız, neyse ki uzun sürmüyor.

-ya yemek yicez de neresi var tavsiye edebileceğin?

yuh! 5 ay oldu, ben gittiğim yerde oralı olduğuna inandığım bir türk görünce hep aynı yerden konuşmaya başlıyorum. Neyseki Mediha da var yanımda toparlıyoruz biraz muhabbeti. Daha geleli 4 gün olmuş bir öğrenciyi ardı ardına soru yağmuruna tutuyoruz ve işte geliyor;

-ya ben de bu akşam boğa gösterisine gidicem işte, çok turistik bir gidip bakalım herkes gidiyor.

evet Mediha koptu, kendine getiremiyorum. Çünkü ispanya sınırlarına girdiğimizden beri Mediha sürekli boğa güreşi izlemek istediğinden dem vuruyordu, çocuğu nerde nasıl diye boğuyoruz birlikte resmen, neyseki ayrıntıları öğrendik, teşekkür ettik ve vedalaştık.

Biz çocukla karşılaşana kadarsa şunlar oluyor, Valencia'dan Sevilla havalimanına gelmece, merkeze ulaşmaca, otele yerleşmece, dışarı çıkmaca ve yemek için yer aramaca. Akşam 17.00 suları, o anki izlenimim oldukça sakin bir yer olduğu, çünkü tüm dükkanlar kapalı! Yani büyük mağazalar değil, ne bileyim bir Mango kapalı değil mesela. Ama tüm yerel dükkanlar kapalı, insanlar yok. 5te yemek yenilecek yer bulunur mu bu durumda? Tabiki de hayır. Burger King paklar bizi derken hayatımda ilk kez koskoca bir dükkanı bomboş görüyorum. Gözünü sevdiğimin ispanyolları şahane siesta yapıyorlar.

Neyse boğa güreşlerinin yapıldığı yeri öğrendik ve haritadan bakıp kendimizi oraya attık. Ama asıl matadorların şovu değilmiş bu, bunlar öğrenciymiş. AA öğrenciyse izlemeyiz demedik tabi. Biletleri aldık, mekan da küçük bir arena, nehrin kenarında. Daha başlamasına vardı, biz de gidip nehir kıyısında bakına bakına vakit öldürmeye karar verdik.

Eh, bir şehri ikiye bölen, çoğu zaman da can veren şu nehir meselesine ilk olarak alıştığım yer Paris'tir. Önceleri, bu insanlar yeşil suya bakıp bakıp ne buluyorlar derdim, sonra bu söz kalıbı değişti, dönüştü, ben de yeşil suya bakan insanlardan oldum. Bulunduğun ortama alışma durumu diyelim ama yine de bu bir süre sonra "nehir kültürü" durumuna da giriyor. Başka bir çok şehirde bu kültür değişiklik göstermeye başladı. Bana nehrini söyle sana nasıl bir şehir olduğunu söyleyelim'e kadar gidebilir mesela bu.
Burada nasıldı peki? Sevilla'nın insanlarına aitti, sıcaktı, sanki akşamüstü evinin önündeki suda kürek çekiyorsun gibiydi, sanki bütün evler içiçeydi ve nehirde onların içinden geçiyordu. fotoğraftakiler de kano üzerinde basketbol oynuyor, ilk kez görüyordum ve inanılmaz eğleniyorlardı. Uzun süre onları izlerken, buranın ne kadar sıcak, yaşanılası bir yer olduğunu düşünüyordum. Tabi açık sözlü olmak gerekirse, bu fikirlerin bir çoğu ilk avrupa şehri olarak Paris gibi inanılmaz turistik ve fotoğraf karesinden fırlamış bir şehirde kısa süreli yaşamış olmakla ilintili olarak ortaya çıkıyor. Bir çok yerin yaşanılası olup olmadığını irdelerken hep parisi düşünerek hareket ediyorum. Yine de bu burada hissettiğim sıcaklığı değiştirmez.

Bu kısacık analizlerden sonra içeri girmek için arenanın etrafında turluyoruz, Allahım galiba yanlış yere geldik diye düşünüyorum önce! Veya bütün Sevilla'nın erkekleri aynı anda, uzun kollu kolları kıvrılmış gömlek, bermuda şort ve bez ayakkabıyla buraya gelmeyi tercih etmişler! Sonradan farkediyorum ki, birileri bunlara buraya bu kıyafetlerle gelmesi gerektiğini söylemiş, malum çok turistik bir aktivite yapıyoruz şuanda!

İçeri giriyoruz, yerimize oturuyoruz, bekliyoruz. Sıfır bilgi, neymiş matadormuş, boğaymış, bezmiş falan. Bilgi bu kadar olunca biz dört gözle ne olup bittiğini takip ediyoruz, boğaya bir şeyler saplıyorlar, bakıyoruz saf saf.

-Ama kan değil değil mi o? yapmazlar yani öyle bir şey?!
Mediha'nın söyledikleri lafta kalıyor tabi,
matador son kılıçla öldürüyor boğayı, ikimiz de şoka girdik! Bilmiyoruz ki öldürüldüklerini! Yanımızdaki 2 ispanyolu darlamakta buluyoruz çözümü. Onlar herşeyi açıklayadursunlar, biz iki türk korkunç bakışlar atarak onları dinliyoruz. O sırada içimizden geçenleri bilseler, açıklamaya bile uğraşmayabilirler. Neyse durup düşünüyorum, onlara kurban bayramı anlatmak nasıl olurdu diyorum, sonra içimdeki öfke biraz diniyor. 6 boğanın ölürüldüğünü görüp otelimize dönüyoruz. Hoş değil, ama insanlar izlerken inanılmaz keyif alıyor. (Ha herşey bir yana, matador olmak nasıl bir şey ya? neredeyse bütün olay boyunca beynimi bu soruyla meşgul ettim.)

Sabah ilk amaç Sevilla katedraline gitmek, fakat kaybolup görmek istediklerim listesinde olup neredeyse unutacağım bir yere çıkıyoruz; metropol parasol. Kendisi bir Mayer ürünü, yarışma sonucu yapılmış aynı zamanda dünyanın en büyük ahşap kontrüksiyonu, Arup imzası da taşıyor. Tek kelime ingilizce açıklama olmamasına rağmen, sunum paftaları o kadar iyi ki binanın herşeyini anlıyoruz. eksi kotta arkeolojik alan bulunuyor, giriş kotunda ise alışveriş merkezleri. üst kotta konser ve park alanı, ve asansörle çıkılan en üstte ise teras, seyir tepesi ve bir cafe. herşey şahane, tek sıkıntı ingilizce hiç bir açıklama, broşür yok. Seyir tepesinden Sevilla'daki belli başlı tüm yapıları panolarla tanıtılmış. Aslında terastan bakınca da anlaşılıyor, kent dokusu içine oldukça iddialı duruyor. Fakat Sevilla'nın böyle simgesel ve iddialı bir yapıya ihtiyacı olduğunu düşünülürse... bize de sadece detaylarını incelemek kalıyor. Biz de aynen böyle yaptık;

-burası ahşap mı Mediha ya imkansıız!

Ardından kendimizi katedralde buluyoruz. Ha ama öncesinde bir şeyler atıştırmak amacıyla küçük bir yere oturuyoruz, ne mekan sahibi ne orada oturan 2 kişi de ingilizce bilmezken kendilerini parçalarcasına anlatma cabaları sonuç veriyor ve biz 3 tapas 2 bira sipariş edip dışarıdaki yerimizi alıyoruz. İşte ispanyolların en güzel yanları, ingilizce sıfır, beden dili on.

Katedral camiden dönüştürülmüş, tarihinde yazıyor. yok imkansız diyorum zira o planlı bir cami olamaz. İşin aslı caminin olduğu yere yapıldığıdır, fakat şuandaki kilisenin bazı bölümleri hala o camiden kalmaymış. Aynı zamana en büyük gotik katedralmiş, zaten süs o kadar abartılmış ki. bu kiliselerin yapım aşamasındaki konuşmaların metinleri olsa da okusak, bu nasıl bir abartı, bu nasıl bir inanç ki gözünüz bürünüyor? Ah o floransadaki kubbenin kitabını daha bitirmedim, ne hikayeleri var...O kitabı bitirir bitirmez, Brunelleschi hakkında da yazacağım. Bir de Christoph Colomb un mezarı da bu katedralde.

Öğleden sonraki sıcağı atlatmak içinse flemenko müzesine gittik, serindir candır derken vereceğimiz ücrete değip değmiceğini öğrenmek için içeriden çıkan bir fransız çifti yakaladığımız gibi içerisinin nasıl olduğunu öğrendik. İngilizce sorunca 10 saniye düşünen çiftler fransızca konuşabilirsiniz diyince bir açıldılar ki, ah dedim yine, ah siz yok musunuz. Sonrası daldık içeri.

Evet aslında içerisi çok dolu, fotoğraflar, videolar, gösteriler, teknoloji, tüm ayrıntılar, herşey var. Gelin görün ki büyük ihtimalle içerisinin düzeni kesinlikle bu işi bilen birine verilmemiş, film izliyoruz arkadan başka filmin sesi geliyor, projeksiyonlar zayıf, dil konusu sıkıntılı, sergilenen kıyafetler ve eşyalar kolayca alınabilecek halde. oysa içerisi o kadar dolu ve o kadar şahane şeyler yapılabilir ki! ama yine de bizim flemenko sevdamızı oldukça dizginledi, şov izlemeye gerek kalmadan aşık olarak çıktık.

Ardından kendimizi bir parka attık, ben kartlarımı yazdım, üstelik bu yazdığım kartları annemlerle birlikte okuyacağımızı bile bile yazdım, biraz tembellik yaptık ve ardından yemek için yer aramaya başladık. 8e kadar bir kişinin bile yemek masasına oturmadığı boş sokaklarda gezdik gezdik ve sonunda sadece tapas yapan bir yere oturup ne var ne yoksa Sangria ile birlikte denedik.

Sevilla bize pek iyi davrandı, kendini pek sevdirdi .Endülüs bölgesi kendi başına sadece bir gezi programını çoktan haketti fikrimce. İspanya'nın son günüydü, sabahına Milano'ya uçtuk.

notlara gelince,

*Plaza de Toros Maestranza boğa güreşini izlediğimiz yerin ismi, içeride bir de müze varmış.
izlediğimiz yer gayet iyiydi, 7 euro ödedik ama dediğim gibi öğrenci matadorlar, gerçek şov değilmiş.

arkeolojik alana girmek için 2 euro, terasa çıkmak için de 2 ya da 2,5 euro ödemiş olmalıyız. terasta daha cafe açılmamıştı.

***Catheral de Sevilla girişte paşa paşa para ödeniyor. öğrenciye az olmalı ki girmişiz, ne kadar ödedik hatırlamıyorum. (2-5 euro arası bir şey)

****museo del baile flamenco girişi öğrenciye 8 euroydu, şov da oluyormuş akşamları ama şovlu olanı daha pahalıydı biz sadece müzeyi gezdik. Ha bir de şahane bir fotoğrafçının sergisi vardı, başında kendi hakkında yazdığı yazı da bulunuyor, çok güzel bir yazıydı, hayatı oldukça sağlam geçmiş, ismi de, Isabel Steva Hernandez.

*****En son akşam yemek yediğimiz sadece tapas yapan yerin ismi ise La moderna ( C/mateos gago, 7, 41004 sevilla) Gerçekten şahaneydi yediğimiz şeyler ve fiyat olarak da uygun.


ilk şehri yazmanın mutlu gururuyla, sevgiler!! :)

3 Ağustos 2011 Çarşamba

dönmek

Eh, gitmek fiili dönüşümsüz yaşanmıyor. En azından şimdilik.

Döndüm, hatta belki 15 belki 20 gün oldu. bu süreçte karşıma çıkan zorlu ve asitli şaraplar, bulamadığım peynirler, trafikte medeniyetsizce korna çalanlar gibi sebeplerden sürekli Paris'i andım, ah azizim nerede o şaraplar nerede o Seine nehri diye sayıklandım.

Şaka tabi, bunların hiç birini yapmadım. Ama bu sayıklanmaların yerine yaptığım çok güzel planlar var, şehirleri tek tek ayrıntılı yazmak gibi !

hayali bir okuru kandırıyormuşum gibi hissediyorum böyle yazarak , bu vasıtayla da aslında kendimi. Zira neredeyse nisandan beri ben bu şehirleri yazmaya başlayacağım, öyle değil mi?

Neyse hayatım feci bir düzene, mutluluğa ve huzura bağlandı, bu sebeple artık vericeğim sözleri tutacağıma inanıyorum. Ayrıca dörtte biri kalmış olmasına rağmen dört katı strese sahip olacak üniversitenin son yılına girmeden önce de bu tür bir düzene ve huzura ihtiyacım vardı, o yüzden gerçekten yazacağım!

Peki neler var; bir bakalım,

Fransa - Marseille, Cannes, Antibes, Cassis, Nice, Monaco, Firminy, Eveux
İtalya - Roma, Floransa, Venedik, Milano, Cinque Terre
İspanya - Sevilla, Valencia, Barcelona

Tabi hepsine bir anda ömür yetmeyecek, ben de oldukça geniş bir zamana yaymayı düşünüyorum. Rehbervari olmaktan öte, bu şehir ve mini kasabalar hakkında bir kaç hissettiğim şey var, onları unutmamak, detayları kaybetmemek benim de en çok yapmak istediğim şeylerden biri.

Velhasıl böyle, izmir'de olmak çok güzel.

19 Haziran 2011 Pazar

la défense
























üsttekinde 6, alttakinde 16 fotoğraf, sevdim kendisini.

13 Haziran 2011 Pazartesi

l'institut du monde arabe

Uzun süredir yazmaya ara verişime pek mana veremiyordum, bir yerden başlamak lazım diyerek bunu seçtim.

Paris'teki bu enstitu, 1987 yılında bitirilmiş, Jean Nouvel imzalı ve 1989 aga khan ödüllü bir yapı. içerisinde koleksiyon ürünlerinin sergilendiği ana müze, süreli sergi salonları, ofisler, toplantı salonu, restoran ve kütüphane bulunduruyor.

Gitmek istememin ilk sebebi ise cephe tasarımı, ikincisi sahip olduğu koleksiyon, üçüncüsü ise zaha hadid süreli sergisi.

sanırım bu ilk temel bilgilerden sonra içeriğine geçebiliriz.

yandaki fotoğraf da girişindeki kapı gibi dikilen brütlerin arasından gözüken cephesidir.




Öncelikle yola bakan cephesi bu değil, bu cephe tamamen kendisi için oluşturulan boşluğa bakıyor, yani sokaktan geçerken bu cepheyi değil normal camla kaplı cepheyi görüyorsunuz. ardından bir merdivenle içeriye doğru kıvrılıp bu yüksek kapılardan geçiyorsunuz. önü daha önceden boş imiş, şuan ise zaha hadid'in tasarladığı ufak çaplı bir galeri bulunuyor.

Binanın giriş katı; gişe, asansörler, kitapçı ve ufak bi sergi alanından oluşuyor. bir de alt katında bir süreli sergi alanı daha var. iki alt kat ise kalın kolonlara ve uzun koridorlara sahip anlamsız boşluklardan oluşan bir bölüm.

önce -1deki süreli sergiyi gezdim, Shafic Abboud adlı ressamın retrospektifiymiş, hızla dolaşıp çıktım. eski bir bina olduğunu göz önünde bulundurursak yine de durumu iyi olan bir salondu.

sonra hadi bakalım acaba nerede bu sürekli sergi, nerede
bunların hazineleri diye önce en tepeye çıkıp yürüyerek ine ine bulurum dedim. ama en üste çıkınca, terası farkettim direk.
teras bölümü'nde arap mutfağı bir restoran bulunuyor, güzel de bir manzaraya bakıyor üstelik. Restoran'ın yanında açık bir alan var buradan da notre dame tüm güzelliğiyle gözüküyor. güzel dediysem, zamanında bu binanın etrafından inen payandalar yüzünden binanın 'bitmemiş inşaat'a benzetildiğini söylemiş miydim? Tabi o zamanın gotik mimari hareketleri, payanda kullanımının neredeyse binanın dışarıdan algılanmasına engel olacak kadar sık kullanımı gibi konular da var. Neyse ki şimdi herkes tapıyor katedrale, en azından turistler tapıyor. Fransız hükümetiyse bu tapmaya karşılık olarak sadece ön cephesini temizliyor, arka cepheler (fotoğrafta görünen cephe) afedersiniz ama leş gibi. simsiyah hatta yer yer yeşil. E nasıl olsa turistler de ön cephesinin fotoğrafını çektiğine göre dert yok diye düşünen hükümete sevgilerimi iletiyorum.

neyse buradan sonra yürüye yürüye bulamadığım sürekli sergi için birine danışıyorum artık. zor bela buluyorum, meğersem ana salon tadilattaymış onlar da ufak salona taşımışlar. sergi 3. katta, içinden bir üst kata daha çıkılıyor. böylece binanın girişten bakıldığındaki sağ tarafının 3. ve 4. katını bu sergi kaplamış durumda. sağ taraf 5. ve 6. katta da ofisleri bulunuyor. (bu arada asansörler ve merdivenler ortada, hatta tam ortalarında da avlu var)binanın sol tarafını ise neredeyse kütüphanesi kaplıyor, 3 katlı kütüphanın her katının duble yüksekliğe sahip olduğunu düşünürsek, müze alanından daha fazla alana sahip olduğu gerçeğine ulaşabiliyoruz. fazla karışık oldu ya bu paragraf, idare edelim artık.

Tabiki bir ara da kendimi kütüphaneye attım, hatta oturdum, inceledim, bakındım. 85000 kitap bulunduruyormuş bünyesinde, bir çoğu da arapça. herhalde hayatımda bir daha bu kadar çok arapça kitabı bir arada görmem zor.

bünyelerindeki bulunan islami eserlerin içinde tabiki de türkiyeden alınmış/getirilmiş eserler de var; bunlar; 19. yüzyıl işlemeli çantalar, 18. yüzyıl padişah kaftanları, pelerinler, işlemeli masalar, 18 yüzyıl kuranı, takvimler, saatler, ve iznik çinileri.

buradan çıkıp tekrar binanın içinde bir aşağı bir
yukarı dolanıyorum, sebebi ise çok açık; koridorlar cepheyle birlikte inanılmaz fotoğraf veriyor. Cephe tasarımı aslında tamamen bildiğimiz geometrik şekillerden üretilmiş, fakat bu şekillerin biraraya getirilişinde mimarın arap motiflerinden esinlendiği söyleniyor. sağda da gözüken fotoğraftaki gibi bu cephe sistemi iki cam arasına yerleştirilmiş, güneş ışığının gelişine göre mekanik sistemleriyle kapanıp ışığı içeri almayacak şekilde çalışıyor. gündüz çok erken saatte gidip akşam saatine kadar kaldığım düşünülürse ben hiç bir hareketlerine şahit olmadım. 87den beri artık çalışmaktan yoruldukları yorumunu getirsem de, yaptığım en büyük salaklık sistemin şuan çalışıp çalışmadığını sormamak oldu.

buradan da çıkıp, dışarıdaki Zaha Hadid sergisine geçiyorum. Dışarıdan da girilse bileti ana binadan alınıyor ve Zaha Hadid'in tüm binaları gibi bu binası da ZAHA TASARLADI diye bağırıyordu resmen.

Bu tepkiden sonra aslında öğreniyorum ki bu yenil nesil bir konteynır (yazınca ne garip hissettim, türkçe değil ki bu?!).


Neyse efenim, konuyu açmışken aslında bahsetmekte fayda var, zira kendisi bir l'institut du monde arabe kadar başlık hakeden bir durumda.

"Chanel mobile art pavillon" olarak adı geçen bu yapı, isminden de anlaşılacağı üzere Chanel firmasının direktörü Karl Lagerfeld tarafından düşünülmüş, Zaha Hadid'ten yapması istenmiş. Program olarak gezici sanat galerisi olma rolünü üstleniyor. Aslen Arap dünyası enstitüsü için tasarlanmış ve bağışlanmış. Fakat buraya kadar gelmeden, hong kong, tokyo ve new york da geçici olarak kurulmuş. şuan ise kendisi en son konumunda bulunuyor, ve muhtelemen ekimde Zaha Hadid'in sergisi de bitince yerine enstitünün kendi süreli sergileri yer alacak.


Marka Chanel, mimar Zaha Hadid olunca, malzemesinde ve iç tasarımında da ekonomik yönden hiç bir şeyden kısmamışlar. İçerisi uzay kapsülü gibi, kulağımda kulaklık, her bölgede Zaha da Zaha, tasarım da tasarım bır bır sürekli konuşma geçiyor. bir kere önce beynim sulandı, etrafa mı bakacağım, maket mi inceleyeceğim yoksa kulağımdaki sese mi konstantre olacağım? insaf eyleyin, neye uğradığımı şaşırdım. sonra sırayla dinledim, inceledim, yürüdüm, bakındım. sonra da sergi bitti zaten.

Aslında hepsi aynı, maketler de, projeler de, içinde bulunduğum bina da. Neyse bu konudaki görüşlerimi başka bir yere saklıyorum.

Öyle böyle sergiyi bitirip oradan da çıktım. Evet taşınması kolay mıdır değil midir bilemem ama kendisi şu zamana kadar 3 büyük şehir dolaşıp buraya geldiyse ve burada da bir galeri rolünü üstlenebiliyorsa -ki sahip olduğu mekan ve teknoloji ile fazlasıyla üstleniyor- programını yerine getirmiş demektir.

Böylece 3-5 saatlik bir paris kültür turunun daha sonuna geldik. Başka bir turda görüşmek üzere.

dipnot olarak ekstra bilgi isteyenlere bir kaç link;

Chanel mobile art pavillon
institut du monde arabe

Ek bilgiler;

Nerede?
Institut du Monde Arabe
1, rue des Fossés-Saint-Bernard
Place Mohammed-V
75005-Paris
Métro : Jussieu, Cardinal-Lemoine

Ne kadar?
Öğrenci tarifesi, tüm süreli ve sürekli sergilere giriş 8 euro.

23 Mayıs 2011 Pazartesi

18 Mayıs 2011 Çarşamba

vue de l'atelier

















*Paris-Malaquais 'nin Callot binasının atölyesinden gözüken manzara
**ordaaa bir sacré-coeur var uzaktaaa.
***bu manzaraya karşı proje çalışılamayacağı aşikar değil mi?

12 Mayıs 2011 Perşembe

bir düşme sanatı olarak kaykay

Eyfelin karşısında 2 müze, aslında 2 'palais' yani saray. ortalarında bir cafe ve bir restoran var. Bu 2 mekanın önünde de bir meydan bulunuyor. Meydanın ortası uzun bir havuz, kenarlarında dümdüz alanlar, 2-3 basamaklı merdivenler, heykeller, banklar... Alanın her tarafında da insanlar var, merdivende oturuyorlar, yerlerde sürünüyorlar. Yerlerde sürünen insanlar dediysem, onlar kaykaycı... Bu kaykaycılar, ortamda buldukları her tümsekten atlayıp zıplayıp ardından kendilerini yerde buluyorlar. Problem değil, hemen kalkıp tekrar tekerlekleri üzerinde hızla ilerleyip yine atlıyorlar. Yaş ortalaması yok, 9-10 yaşında çocuk da var, 30 yaşında adam da. Ama genelde bir çoğu genç, hatta ergen. Hepsi düşüyor, bir bir. Sorun kalkacak enerjiyi bulmakta. Bazısı bulmuyor bile, düşüyor yatıyor bir süre, bakınıyor çevresine, kalkıp mola veriyor, sonra tekrar devam. Başarısızlık, başarısızlık, en sonunda biri zıplayıp kendini tekrar kaykayının üstünde bulunca, işte o an yüzü aydınlanıyor. Etrafından hemen seslenişler, mutluluk geliyor ortama birden.
Aralarından bir tanesi, bu atlama hareketlerini havuzun tam kenarında bulunan hafif tümsekte deniyor. Bir iki gözümü alıyor, ben tam kafamı çevirmiş başka bir yere bakarken sesle irkilip o çocuğa dönüyorum. Çocuk yerde, sürüklenmiş, havuzun bitimindeki merdivenlerin ucunda popo üstü durmuş, ayakları da havada. Hemen de kalkmıyor, önce ayaklarını topluyor, ardından etrafına bakınıyor. Gözlerim kaykayı ararken havuzdaki dalgalanmayı farkediyorum, kaykay şuan havuzun dibinde. Çocuğun etrafına biri yanaşıyor, bir şeyler söylüyor. Çocuk kalkıyor, üstünü çıkarıp havuza mı girecek acaba, havuz derin mi, elini atsa alır mı diye düşünürken, o havuzun diğer ucuna gidiyor. Uzunca bir sopa bulmuş, önce havuzun içindeki kaykayı o uzun sopa yardımıyla kenara çekiyor, ardından elini uzattığı gibi kaykayı çıkarıyor sudan. O kadar bezgin ki, pes edecek diyorum. oturacak. kaykayı eline aldığı gibi, havaya kaldırıyor ve yere hızlı bir şekilde atıyor. Ne yapıyor bu demeye kalmadan, tekrar yerden aldığı gibi havaya kaldırıyor, daha sert atıyor, iki oldu. Bu sırada yürüyor, görüş açımdan çıkıyor, üç oldu. Göremiyorum artık ama ses geliyor, dört oldu, beş oldu. Yapma artık, niye vuruyorsun kaykayı yere dememe kalmadan altı geldi. Gidiyor diyorum, tahtayı mı cezalandırıyor, kendine mi kızıyor diyorum yedi oldu. Ama gitmemiş, sekizi duymadan tekrar görüş açıma girdi, bu sefer kaykayın üzerinde, bitmiş, sekizinci yere vuruş yok. Biraz ilerliyor tekerleklerin üstünde, kaykay sudan arınmış.
Sonra?
Sonrasında herşey kaldığı yerden devam.
Tekrar, tekrar, tekrar.
Pes etmiyor, kimse etmiyor.
Kimsenin düşmesi kimse için önemli değil, kendileri içinse hiç değil.

27 Nisan 2011 Çarşamba

kırılgan olma-k

bir an durup etrafına bakıyor, bir çoğunun vücudu belirginsizleşiyor.
suratları değil ama, vücud bulan halleriyle yok oluyorlar, ruhlarıyla birlikte.
önce kendisinin etrafını sis kapladı sanmıştı oysa, biraz daha aydınlandı artık.
sis de gitti, insanlar da.
geri kalanlarla, açık bir havayla devam edecek.
kırgın.

22 Nisan 2011 Cuma

dönüş yolu

daha değil ama bir gün olacak :)

Denizin verdiği keyif çok çooook başka, gezdik geldik. O yazdıklarıma ek olarak Lyon'un yakınlarında iki le corbusier bölgesine de gittik.


Şimdi çalışmaya dönmek ne zor geliyor.
En yakın zamanda tüüm şehirler burada olacak.

*Tshirt Hasibe'den, fotoğraf da Nice'ten.

12 Nisan 2011 Salı

deniz deniz deniz

oh la la! marseille-cassis-cannes-antibes-nice-monaco bekle bizi!
dönerim 10 güne, yaşasın vacances de printemps!!

(deniz özlemiyle yanıp tutuştuğum için ortaya bu plan çıktı, 10 güne dönerim dediysem inanmayın, belki de dönmeyeceğim.)


à bientôt!

11 Nisan 2011 Pazartesi

ikieylem

http://ikieylem.blogspot.com/

biz bir şeyler deniyoruz Adem Candaş ile birlikte, bize göre pek de güzel ilerliyor.

takip ediniz efenim, fotoğrafları benden, yazıları Adem'den.

catalano



























açık ara en etkileyici heykel fikri olabilir.

5 Nisan 2011 Salı

Amsterdam

hiç dönmek istemedim ki, ya güneş sen ne güzel bir şeysin.

Cuma sabahın köründe Erasmus a Paris’in düzenlediği bir geziyle yola çıktık. Organizatörler ile ilgili ön yargılarım mevcuttu ama hepsini yendim geriye bir şey kalmadı. Çok güzel organize ettikleri bir gezi oldu.

Neyse efenim, önce Belçika sınırlarına girdik, sonra hoop Hollanda’ya geçip Amsterdam’a yaklaşırken ben gördüğüm binalar karşısında Hollanda’ya daha uzun zaman ayrılması gerektiğine daha gider iken karar verdim. Zaten otobüs yolculuklarını severim, burada daha bir sevdim. Köylerin yanından geçmek o kadar zevkliymiş ki.

Kaldığımız hostel merkezin biraz dışında , Stayokay zeeburg idi adı. 2 günlük tramvay bileti alıp merkeze öyle gidip geldik. İlk günün akşamı biraz aval aval dolandıktan sonra yemek yiyip bizim için ayarlanan bir bar mıdır parti midir öyle bir yere gittik. İnsanları eğlenceli ama gittiğimiz bar küçük ve havasızdı (barlardaki havalandırma sistemi Hollanda’da önemli bir şey olsa gerek!?)! Bu günün en keyifli şeyi ise arkadaşlarımızla mekandan ayrılmak yerine iki kız ayrılmayı karar verip; oteli bulma süreci içerisinde, yanlış otobüse binme, merkeze tekrar dönme, acıktık bari bir şey yiyelim deme, o tarihi evlerin merdivenlerine oturup sarhoşları izleye izleye patates kızartması yeme, sonra da otobüste sıza sıza otobüs şoförünün hosteli ayrıntısıyla tarif edene kadar bulamama gibi olaylar yaşandı. Bunları yaşarken ise saat oldukça geç olmuştu ne var ki ne bir ters bakan biri, ne laf atan biri, ne sarhoşluğuyla yerli yersiz bir şey söyleyen biri… Zaten daha önce de bir çok kez güvenli bir yer olduğunu duymuştum.

Yine de tüm bu gecikmeye rağmen kalkıp cumartesi gününe başladık. Sevgili Barış Gümüş’ün bana verdiği çok güzel bir yürüme yolu tavsiyesi vardı, sabahtan onu yapalım dedik. Başladık Dam meydanından, kalverstraat sokağına attık kendimizi. ( bu kadar net ayrıntılı cadde isimleri veriyor oluşumu barış’a borçluyum zira kendimi o sokaktan o sokağa atıp hatırlamazdım normalde). Sokağın sonunda çiçek pazarına çıkan bir ufak meydana geldik ve çiçek pazarında yaklaşık 1 saatimizi harcadık! Dükkanıydı, lalesiydi, kartıydı derken o sokağında sonuna geldik. Sonra da leidsestraat sokağına çıktık ve sonrasında da meydanına! Orası ne kadar güzel bir meydanmış öyle. Oturduk kalkamadık resmen, havanın güneşli olmasının da çok etkisi olabilir. O kadar kalkamadık ki yerimizden, 2 de çıkacağımız tekne gezisine son dakikada yetiştik ve artık o dakikadan sonra iki türk kız olarak türkleri geç kalmakla özdeşleştirdiler. Üzgünüm…

Ya derdim ki bu tekne turları ne kadar turistik bir şey hiç gerek yok. Ya Kanalda olmak bambaşkaymış! Bina falan izlemedim ben bütün tekne turu insan fotoğrafı çektim insan izledim, o Hollandalılar ne keyif adamı arkadaş. Bütün kanallar küçük küçük tekneler, deniz bisikletleri ile dolu; üzerinde şaraplar üzümler meyveler. Sürekli gülen insanlar, aşık sevgililer falan. Hayat enerjim yerine geldi, döndürüyorsun kamerayı fotoğraflarını çekiyorsun poz veriyor gülüyor el sallıyor falan. Herkes ayrı mutlu herkes ayrı neşeli. Allahım nereye geldik??

Neyse efenim ben bu şaşkınlık içerisindeyken nehre çıktık ve amsterdam’daki modern yapıları da gördük. Pek aklımda tutmadım açıkçası o sırada mutluluğumla meşguldüm ama bir tek şöyle bir şey söyleyebilirim, ‘amsterdam uyuşturucu ve sex turizmi ile turist çekiyor, onları çıkarsan geriye hiçbir şey kalmaz’ diyen birini bir daha görürsem ağzına çarpıcam.

Sebebi şudur ki, mimarisi ile ilgili ben de gitmeden baya bakındım pek bir şey gözükmüyordu. Daha çok müze turizmi üzerine kurulu bir şeyler vardı. (müzeden kazandıkları parayı da hiçbir yerden kazanmıyorlar herhalde?) Ama eski yapılarının yanında (kaldı ki o tarihi doku da kolay kolay edinilmiyor) yaptıkları yeni yapılar, ki bunlardan kastım opera tiyatro gibi büyük yapılar değil, ev bildiğin ev, işte o yapıları biz oldukça beğendik. Gerek iç dış ilişkisi, gerek cepheleri, gerek incelikleriyle.

Bu tekne turundan sonra şans eseri 2 hollandalıyla tanışıp biraz da onlarla muhabbet edip onlardan öğrendik birkaç şeyi. Onlar ve birkaç arkadaşlarıyla birlikte Vondelpark’a oturup piknik bile yaptık. İğne atsan yere düşmeyecek, bu kadar genç nereden geliyor? Sonra çocuklardan biri bu günün anlam ve önemini açıkladı, meğersem o gün onlar için baharın ilk günüymüş çünkü hava ilk kez böylesine sıcak böylesine güzelmiş.

Neyse efenim Pazar günü de macbike’tan bisiklet kiralayıp her yeri bir kez daha gezdik. Bisiklet kiralamasam çok kötü hissedecektim kendimi. Sonra da otobüse yarım saat geç yetişip türklerin hep geç kaldığını öğrettik onlara.

Biraz uzun oldu ama kısa kısa aklımda kalanları da yazıyorum,

-hiç müze gezmedim. Ya müzeler sanki daha sonrayı ayırmalık. Öyle ‘gezmek için’ olmamalıydı vakit ayırmak lazım. Stedelijk en çok gitmek istediğim yerdi mesela, bir dahakine umarım.

-ya güneş çıkınca hep bu kadar tatlı oluyorsa bunların insanları, ben orada yaşamaya gidiyorum o zaman?

-i amsterdam yazısının önünde fotoğraf çekilmedim, görmedim bile.

-Gerçekten bir daha gitmek istiyorum ama bu sefer Rotterdam da olsun içinde.

-Nasıl unuttum ya HEINEKEN. Doyamadım sana orda, buraya geldim içtim, cık aynı değil. Müzesine bile gidemedim bak.

-BAKLAVA YEDİM. Evet Güllüoğlu vardı! Çay bile içtim, ikisini de özlemişim. Hatta otelin yakınlarında bir de kebapçı vardı fasıllı masıllı. Bir daha türkiye’yi özlediğimde bir Amsterdam yapıp gelicem. Paris’te sözde bir türk mahallesi var ama ne işe yarıyor belli değil?

-Sayın Gümüş’e de ne kadar teşekkür etsem az. Ona da sayısız haftalarını burada geçirdiği için kıskançlık beslemiyor değilim.

Neyse böyledir işte, gittim gördüm çok ama çok beğendim ve de eğlendim. Güneşli havalar hep olsun artık, kapalı hava istemiyorum.


(fotoğrafları daha sonra)


26 Mart 2011 Cumartesi

bahar

şimdi burada hava ısınmaya başladı ama benim aklım bunu almıyor nedense.
hayır ya daha çok soğuk olmalıydı, donmalıydık hiç babet giyememeliydik gibi sendromlara giriyorum.
anlaşılan baharın gelmesini burada kabullenemiyorum, şimdi bir istanbul olsa, izmir olsa, türk kahvesi olsa güneş olsa mis gibi deniz olsa, mavi mavi baksam uçsuz bucaksız.
bahar geldi diye seine kıyısına gidip yemek yemeler de pek kesmiyor açıkçası, neye bakıyorlar yeşil yeşil anlamış değilim. mavi su hasretiyle yanıp tutuşuyorum.

ama işin en güzel yanı burası deniz kıyısı olmadığı için aşırı nemden kaynaklanan gece ayazları yok. akşamları bile hava ılık ne hoş, etek babet giysen oh gece bile rahat rahat gez.

hayır bu kadar çabuk gelmemeliydi bahar, kabullenmek istemiyorum.

ama şimdi bir fransa kıyısı olsa, bir cote d'azur onun da tadından yenmeyebilir.

bu kızın da bir dediği bir dediğini tutmuyor.

pek özlem dolu değilim, en çok evimi ve Eylül'ü özlüyorum o kadar.
En çok Eylül'ü.

bitmesin tamam da, böyle de özlemiyormuş gibi davranıp bulduğum şeylerin arasında memnuniyetsizlik duygusu ile 'şu da olsa ne güzel olurdu' demek de ı ıh.

Neyse efenim, buralara bahar geldi geliyor. Daha çok turist daha çok güneş demek. tiril tiril etekleri giyip çıkmak demek.

ah bahar ah.

19 Mart 2011 Cumartesi

m.