4 Eylül 2011 Pazar

yazayazmak


Küçük küçük bir sürü ev var burada sanki; pencereleri, kapıları, kilitleri, hava delikleri, içerisindeki eşyalarıyla. Onların yanında duran mezar taşlarıysa sanki buraya ait değilmiş gibi, sanki burası aslında hep böyle küçük evlerden oluşuyormuş da birileri gelip değiştirmiş gibi. Çok kasvetli, bol örümcek ağlı. heykeller bile acıdan kıvranır halde. Yalnız gelsen korkarsın, ya da korkmaz kendinle yüzleşirsin, düşünürsün belki. O küçük evlerin kapılarının üstündeki camlı bölmelerden içeri bakarsın, belki 10 yıldan beri kimsenin gelmediğini anlarsın. 10 yıl önce geldiklerinde şimdi paramparça haldeki o taburede oturup dua mı ederlerdi diye düşünürsün. Ne oldu da gelmiyorlardır diye düşünürsün, cevap gecikmez. O kilitli küçük 1-2 metrekarelik evler de böyle böyle eskir, içlerine girilemez hale gelir diye düşünürsün işte.

Ünlü bir mezarlık olduğu için aradıklarını kolay bulursun, başlarına gidip durursun, durup ne yaparsın peki? 2 türk vardır ya en önce onlara gidersin, anında kendilerini belli ederler zaten. Biri bembeyaz, biri gri, ikisi de birbirinden güzel ve etkileyici. Bu 2sinden sonra devam edersin yoluna, heykeliydi, taşıydı, hayranları tarafından bırakılanlarıydı derken küllerin olduğu bölüme gelirsin.

Karedir bu alan, ortada ise yakıldıkları mekan, evet burnuna hemen kokusu gelir. İçeriden siyah giyinen bir takım insanlar çıkar. Etrafındaki onca saklanan küle mi şaşırasın, ortada külü için yakılan bir insan olduğuna mı, bilemezsin. Bir süre dolandıktan sonra işte görürsün;











Sonra şaşırırsın işte, ne biliyorsun ki yakılmış mı gömülmüş mü, ne istemiş, ne istememiş, yanındaki kim, bu kültür nasıl bir kültür, ziyaret nasıl bir ziyaret. Öyle bakarsın işte. Hiç bir şey bırakamadan, konuşamadan, sadece isminin yazılı olduğu tablaya dokunup geri dönersin.


*geleceğimi söylemiştim, ikinci mektubu ise yazayazdım diyelim, sonra.

3 Eylül 2011 Cumartesi

261 metre diyolla










shop yok, panoramalar bu kadar oluyor anca. Ama 261 metre yükseklikten çekildiği gerçeğini değiştirmiyor bu değil mi?

Bahsettiğim yer Sapphire terası. Modern şehirlerin seyir teraslarının istanbul'daki şubesi olmuş kendisi, evet eksikti de denebilir. Yukarısı çok rahat, 360 derece görülebiliyor heryer, doğu-batı diye ayrılmış. O kadar rahat ki cam kenarları hep masa sandalye. Yukarıdaki fotoğraf o camlı masalı sandalyeli bölümden değil de, bir üstünden, gerçekten Sapphire in en tepesinden çekildi. Oraya da çıkış vermişler, orası komple açık cam yok. Camlı terasın da üstü şimdilik açık ama sanki kışa doğru başka çözümler düşünülecek gibi, belki de düşünülmüştür. Bir hediyelik eşya dükkanı var ama pek çeşit yok, zamanla o da olur. Sapphire açılmadan onu meşhur eden fotoğrafından da magnet, puzzle yapmışlar. Bu fotoğraf biraz güzel bir fotoğraftı, uzun bir süre bakakalmışım;















Şimdilik teras seyrinden öte bir de 4d simülasyon izleme şansınız var, küçük bir salonda gözlüklerinizi takıp istanbulda 3 boyutlu bir tura çıkıyorsunuz. Gidince en çok bu görülmeli, görüntüler çok güzel olmuş. Ama buna ekstra para ödeniyor, her türlü değer.

Ha bir de, bu ay galiba başak burçlarına %50 indirimliymiş, sonra da teraziler olacak büyük ihtimalle. Hem bu fırsatı hem de açık kapı festivaliyle mimarlık öğrencilerine olacak indirimi düşünerek ben bu ay 1-2 kez daha çıkarım diye düşünmekteyim. Hem de biri akşamüstü, hava kararmakta iken, güzel fotoğraflar çekmek için olacak. Diğeri de sabah kahvesi ( evet çünkü o manzaraya karşı bir kez daha oturulur, hatta gazete alınır, türk kahvesi söylenir, kimsecikler yokken keyif yapılır, sonra hayata devam edilir). Ha tabi bu şımarıklığımın sebebi artık kendisinin evimize 5 dakika uzaklıkta olması! (burada çok sırıtkan bir surat var ama siz göremiyorsunuz)

Sonuç olarak gidin gezin , e buralara kadar gelmişken bana da bir ses edin olur mu!

where is my flying car?

...
"Duymazdan gelerek ayrılıyorum evden. Sahile inen ak taşlarla döşeli sokağa çıkar çıkmaz öfkem dağılıyor. Sokağın iki yanındaki yüzyıllık kızılçamlardan yayılan reçine kokuları içimi açıyor. Geniş bahçeli, tek katlı komşu evlerin önünden geçerek ak taşların üzerinden mavi denize ilerliyorum. Kulaklarımda kızılçamın dallarında gezinen ince rüzgarın çıkardığı tatlı çıtırtılar ile dur durak bilmeden ötüşen kuşların neşeli şarkıları var. Sokağın sahille buluştuğu noktaya geldiğimde, bütün görkemiyle Haliç çıkıyor karşıma. Sağ tarafta sisler arasında Eyüp, tepede Fransız şairi Pierre Loti'nin kahvesi, sol tarafta bir zamanlar -sosyal sınıfların var olduğu günlerde- tütün işçilerinin oturduğu, şimdi botanik bahçesine dönüşmüş Balat semti.

Güneş gözlüklerimin arkasından İstanbul Boğazı'na doğru bir yay çizersek uzanan Haliç'e bakıyorum. Sular güneşin altında ışıl ışıl yanıyor. Haliç'e, Altın Boynuz adını verenler ne kadar da haklıymış, demekten kendimi alamıyorum. Eskiden , -insanoğlu teknoloji karşısında etik değerlerini oluşturmadan önce- Haliç bir çöp yığınıymış. Fabrikaların atıkları, kanalizasyonları buraya akarmış. Değil burada denize girmek, burnunuzu tutmadan yanından geçmek bile çok zormuş. İstanbulluların Haliç'i kurtarması yüzyıllar sürmüş. İnanabiliyor musunuz, bir zamanlar bu görkemli güzelliğin üzerinde köprüler varmış. Bir belgeselde izlemiştim; şekilsiz, çirkin, çelik ve asfalt yığınları; güzelim Haliç'e vurulan iğrenç prangalar. Neyse ki ulaşımı tümüyle havaya kaydıran İstanbullular üç yüzyıl önce o köprülerden kurtulmuşlar."
...

Ahmet Ümit'in Aşk köpekliktir kitabının "Aşk Ütopyadır" adlı öyküsünden alıntı bu. Şimdi bu kitap elime niye geçti, pek açıklamak istemem, lakin yukarıdaki paragraflar kitabın akılda kalıcak tek satırlarıdır. Bu satırlardan sonra öyle hayallere daldım ki, kitabı bırakıp uzun süre tavana baktım. Hayal ettim, boğazı düşündüm, ağaçları, kuşları, böcekleri... sonra her hayal gibi o da bitti ne yazık ki. Ya kitabı okumayın sakın, çok gereksiz. Ama bu satırları okuyup hayal edin, çok güzel bir şey, İstanbul'u böyle düşünmek şahane.
Ha tabi bu konuyu hayal edince aklıma gelen bir ekşi başlığı vardır ki, buradan bakılabilir.