22 Eylül 2012 Cumartesi

18 Eylül 2012 Salı

yirmidörtaylık'ça

vava _ hala
poo _ top
boo _ balon
şi[ğ] _ fil
anni, anna _ anne
ko! ko[ğ]! _ korktum
kaa _ kaçtı (top kaçtı)
tece _ teyze
gee _ gel
bi[ğ] _ bitti
asa _ aslan
houk _ soğuk
ace acee _ acı
aka yukoo _ aşağı yukarı
ooo _ otur
ve[h]! ve[h]! _ ver
ebid _ edip
eelül _ eylül
aaa _ aç
muu _ muz
dodu dodu _ doydum
[dudaklardan br pr sesi çıkarma] _ su

14 Eylül 2012 Cuma

kırmızı siyah

Böyle bir sahne ancak filmlerde olurdu.
İnsan yazarsa unutmazmış, anahtar kelime sarılmak.

Bir hava alanındayız aslında ama tam olarak tren istasyonuyla bağlandığı noktada gerçekleşiyor olay. İnsanların uçaklarına yetişmesi için hızlıca hareket edebilecekleri yürüme bantlarının olduğu, çelik-cam karışımı tavanından içeriye gün ışığı sızan, çok büyük ve geniş bir mekandayız. Emin değilim ama zaman hafta içi gündüz olacak ki, etrafta insan oldukça az. 2 sıra yürüme bandı var ise, kenarlarda da bir o kadar boşluk var. Dediğim gibi, kalabalık şehir için tasarlanan mekanların, tenha zamanları. Bantta ilerlerken, önce arkası dönük, siyah takım elbiseli adamı görüyorum, sonra da ona sarılan bir çift kolu farkediyorum. Kıpkırmızı elbisesi, simsiyah uzun saçları, siyah topuklu ayakkabılarıyla, var gücüyle karşısındaki adama sarılan bir kadın. Ben ilerledikçe, kadının arkasında eşyalar beliriyor. Önce küçük bir valiz, çekme kolu tam açık, boylu boyunca yerde yatıyor. Hemen arkasında, siyah bir palto, onun da arkasında telefon. Hemen hepsi, kadının çok arkasında. Ben tüm bunları gördükten, bandın sonuna geldikten sonra bile hiç değiştirmiyorlar duruşlarını. Dönüp son defa bakıyorum, fotoğraf makinamı çantamdan çıkarıp çeksem hiç fark etmezler diye düşünüyorum. Sonra bu fikrimden utanıp yoluma devam ediyorum.

Fotoğrafları yok, elimden geldiğince tasvir etmeye çalıştım. Fakat işin garip tarafı, ben o mekanda başka fotoğraf çektiğimi hatırlıyorum, ışık, taşıyıcı, mekan her şey olağanüstüydü ama nedense fotoğrafı bulamıyorum. Arayınca da kendi kendime dedim, acaba, hiç yaşamadım da?

Fotoğraf bu işe yarıyor işte, orada olduğunu, anı yaşadığını hatırlamaya.

Anahtar kelime sarılmak demişken de, neyse. Bu konuyla ilgili başka zaman yazarım.

(Bu sırada ikieylem'in sevgili yazarı karoten, bu yazıyı okuyup, büyük ihtimalle beni azarlayacak. Utanılacak ne vardı, çekseydin şimdi ikieylem'de olacaklardı diye. Kısmet bu işler karotenciğim.) 

13 Eylül 2012 Perşembe

yaz tatilinde ne yaptın çocuğum?

'Evet çocuklar, bugünkü ödeviniz yaz tatilinde ne yaptığınızı anlatacağınız bir kompozisyon yazmanız.' diyen öğretmenlerimi özlemiş olabilirim ya da okula dönmeyi. Öte yandan kompozisyonun ne olduğunu bile unuttum ama çok şükür kuralları saymazsak klavyeyle iyi anlaşıyoruz.

Gelelim konumuza, daha önceden okuyanlar bilir, benim sevgili yol arkadaşlarım nam-ı diğer ailem, hala sürekli gezme ve yeni yerler görme isteği içerisindeler. Beni yanlarında sürükleme stratejileri de hala tıkır tıkır işlemekte. Neyse, biz de bu yaz 3-5 günlük tatil için fazla uzaklaşmadan, yorulmadan, sadece arabayı gezdirip, yakın yerlerde biraz turlayıp sonra deniz tatili için güneyde bir yerde sonlanacak bir rota çizdik. Peki ne oldu?

En önce benim aslında bu planlara dahil olma sebebim olan Eskişehir'e gittik. Takribi 1 gün... Sabahtan öbür sabaha, yetti diyebilirim. Eskişehirli bir arkadaşım vesilesiyle yapılabilecek, görülebilecek her şeyi gördük ve bu süre yetti. Sürekli kulaktan kulağa katlanarak gelen 'Eskişehir çok değişti, çok güzelleşti' lafını da bizzat görmüş olduk. Ama o kadar. Şimdi biraz itici bir halde bahsediyorum olaydan ama durum şu, turizme katkı sağlaması için şehirlerde yapılan değişiklikler (büyük ihtimalle artık bana) içi boş değişikliklermiş gibi geliyor. Mesela Odun pazarı mahallesi eski evlerin restore edilmiş olduğu bölümü geziyoruz, hiç ama hiç çekici gelmiyor. Buradaki etken büyük ihtimalle, restore edilen evlerin dışlarının renkli şeker boyalarıyla boyanmış olması o ayrı bir konu. (Restorasyonuyla ilgili biraz arama yaptım ama gazete kaynaklarından oluşan bir yığında restorasyonun turizme ne kadar büyük getirisi olduğu dışında pek haber bulunmuyor. Öte yandan, Antep'teki beymahallesi restorasyonunu sevdiğim bir hocamla birlikte gezerken, en azından göze batmayacak bir dönüşüm olduğunu konuşmuş ve beğenmiştik. Fakat daha sonrasında restorasyon dalında çalışan biriyle konuştuğumda, aslında oranın restorasyonunun kötü tarafları olduğundan bahsetmişti. Şaşırdım fakat konusunda bilgili bir insanın görüşü tabi ki de daha titiz olacaktı.) Konuyu toparlıyorum ve bunun gibi bir kaç yeri daha gezdikten sonra (parklar, porsuk kenarı, cafeler, havuzlar) oturup çi'börek yiyip bira içtik. Ha tabi bir de söylendik, İzmir küçük şehir kaldı, izmir köy kaldı, izmire yatırım yok, izmir ağlasın bıdı bıdı. Başka da yapılacak bir şey yoktu fikrimce.

İşte bu da eskişehir'e gittiğimin kanıtı:


(ama aslında bir de porsuk yanında üzerinde 'allah rızası için porsuk çayını kirletmeyin' yazan, köpeğiyle birlikte oturan bir yaşlı amca heykeli vardı ki açık ara o en güzeli. Yine de yukarıdakileri de yabana atmayın, Botero'ya selam olsun)

(ama aslında bir de porsuk yanında üzerinde 'allah rızası için porsuk çayını kirletmeyin' yazan, köpeğiyle birlikte oturan bir yaşlı amca heykeli vardı ki açık ara o en güzeli. Yine de yukarıdakileri de yabana atmayın, Botero'ya selam olsun)

Eskişehir'den sonrası çok hızlı geçti, önce Göynük'e uğradık. Yine tarihi evler, tarihi doku... Bu konudan ciddi anlamda darlanmış olabilirim, üzerine yazmayacağım bile. Çok güzel bir yerde yemek yedik, zaten Göynük'e gidince orada yemek yemeyeni dövüyorlarmış o derece, ismi de Paşazade restoran. Yöresel yemek yapıyorlar. Fakat yemekleri geçtim, öyle bir yoğurt getirdiler ki yanında, hemen 'buranın inekleri farklı tabi' muhabbeti yapıldı aramızda. Öte yandan yoğurdun markasını da aklımda tutmuştum ama unuttum. Sonra yolumuza devam ettik, öğleden sonra da sünnet gölü'ne vardık.

Şimdi etrafta abant gölcük gibi doğa üstü yerler varken biz niye sünnet gölüne gittik? Çünkü oraya hiç gitmedik, orayı da görelim diye... Belki dedik, belki doğası çok güzeldir ve sakin bir oteli vardır, göle bakan, yeşillikler içerisinde... Doğası güzeldi güzel olmasına ama garip işletmeli bir otele sahipti. Bize bir oda gösterdiler mesela, odada attığın her adımda ahşaplardan farklı ses geliyordu. Çok sesli orkestra olurduk 3 kişi kalsaydık o odada. Eğlenceli de olurdu aynı zamanda değil mi? ( daha açık bir dille ahşapların tarihi bir ses çıkarmadığını, birazdan çökebiliriz sesi çıkardığını söylemek lazım.) Çok net tavsiye, bildiğiniz sakin yerlere gidin. (Fotoğrafta güldüğüme bakmamak lazım, buralar çok sakin bakışı attım ama kalınmaz mesajını alttan alttan buradan veriyorum.)

Bunun üzerine kan çekti ve akşamına Bolu'ya geldik. Geçen vakit akşam 8 sabah 8 ama Bolu'yla ilgili yazmak istediklerim çok.

Kendimi bildiğimden beri gittiğim bir yer Bolu, depremden öncesini, depremden sonrasını, depremden çok sonrasını ve şimdisini biliyorum. Biraz da akraba ilişkileri mevcut. Hali hazırda şuanda yaşadığımız şehirde bile şehrin eski halinin insanlar üzerindeki etkisini sürekli sorgulayan bir insan olarak; babamın bir dönemini geçirdiği yere geldiğimizde, sürekli onunla ilgili düşünüyor buluyorum kendimi. Bu sebeple, o şehirde bazı yerler değişince, mesela yaşadığı ev, mesela çarşı, bunun onda nasıl değişiklik yaptığını düşünüyorum. Hiç değişmediyse de kendim oralara gidince ne hissediyorum bunu düşünüyorum. Mesela çarşıda yıllardır duran bir kolonyacı var, aynı şekilde çikolatacı, aynı şekilde başka bir dükkan. Yani kısaca bu tür şehir-insan ilişkisini barındıran bir yer orası benim için ve aslında tüm bunların yanında da üzerinden kötü anılarını atmaya çalışan bir yer. Depremden sonra şehrin içindeki boş alanların değerlendirildiği, parkların dönüştürüldüğü, kalıcı konutlar değil artık tamamıyla normal konutlara geçildiği bir şehir. Akşam kısa bir tur yapıyoruz ve yine söylene söylene bitiriyoruz geceyi, izmir köy kaldı, izmir kötü kaldı, izmir küçük, izmir bıdı bıdı...


Ardından öğlen gölcük. Galiba göl kıyısındaki o ev ile belirli aralıklarla çekilmiş yığınla fotoğrafıma bir yenisini daha ekliyorum. Yaş 23 yine geldik ey Gölcük. Huzur bulunabilen nadir yerlerden, fakat tek şart var, insan istilası olmazsa. Ne yazık ki o gün de bir takım piknikçi istilası mevcuttu. Mesela şu zamanlarda (eylül), hafta içi, serin, hafif bulutlu havasıyla o kadar dingin ve taze olabilir ki.

Neyse buradan da ayrılıp Beypazarı'na geçiyoruz. Artık bu tür yerleşimlere karşı ön yargılarım olduğu için biraz daha içe kapanık geziyorum. Her yer aynı en nihayetinde, restore edilmiş tarihi beypazarı evleri...

Tamam burada düşüncelerimde biraz değişiklik söz konusu, zira burası yapay değil. Evlerin içinde insanlar yaşıyor hala, turistlerin gezdiği sokakların bir üstü hala mahalle, hala evlerinin önünde oturuyor insanlar. Selam veriyorlar, konuşuyorlar, hoş geldiniz diyorlar. Sıcaklık aslında bizim aradığımız. Bu sırada bir kaç müzesine girdik, bunlardan biri yaşayan müze. Biraz sevimli olmuşlar, çünkü müzenin içi insan dolu, her girdiğin yerde biri sana sürekli gelenekleriyle, kültürleriyle, köyle ilgili bir şeyler anlatıyor.  Uygulamalı aynı zamanda, baskı atölyesi vardı mesela. Orada girip bir şeyler üretebiliyorsun. En nihayetinde, müzede öğretmeyi dert edinen bir kaç insanın ürettiği fikir, değişiklik.

 
Ha beypazarında korkunç şeyler yok mu? Var! Örneğin 80 katlı ev baklavası... Arkadaş bir kere, baklava dediğin fıstıklı olur, bu konuda anlaştık mı? Ev baklavasını sevmem diye bir şey yok, onun da yeri ayrı. Ama bence Beypazarı'nda bunu satan insanlar gerçekten kafayı yemiş olmalılar, biri onlara acilen cevizli baklava yapmamalarını söylemeli! O kadar ki bu geziden sonra uzun bir süre sürekli olarak fıstıklı baklava istedi canım ve sürekli de alıp yedim, nedenini de şimdi anlıyorum! Benden söylemesi, sürekli fıstıklı baklava krizine girmeyi kabul edenler yesinler o baklavaları... Öte yandan, Beypazarı kurusu var onu da pek beğenmedim, bilumum erişte, kuru gıda ürünleri de mevcut. Deneyip öyle almak lazım.


En nihayetinde Beypazarı da bitti, kalınacak bir çok yer vardı. Tarihi evlerin bir çoğu konaklama amaçlı çalışıyor zaten. Fakat güneye ineceğiz diye, geceyi ikbal tesislerinin otoparkında geçirmeyi daha uygun bulduk ve hava karardıktan sonra Beypazarı'ndan ayrılıp Afyonkarahisar ikbal tesislerine doğru geçtik.

Güney planımız da pek istediğimiz gibi gitmedi zaten, bir gün kalıp, evimiz güzel evimiz diye geri döndük İzmir'e. Sen git başka şehirlerde İzmir'e laf et et, sonra gel özlemle sarıl. Öyle işte napalım memleket. Ama hakketen İzmir köy gibi kaldı ha, bunun için başka şehirlere gidip görmek de gerekmiyor. Gelin ben anlatırım size.

Biraz hayal kırıklığı, biraz şanssızlık derken pek beklediğimiz gibi gitmedi bu gezi. Fakat eşşek kadar olmuş ben dahil bir diğer eşşek kadar olmuş 2 yol arkadaşım, bu yolunda gitmeyenleri pek dert etmedik, zaten çok da dert edilecek bir şey değil, yukarıdaki hallerimden belli olmalı. Önemli olan birlikte olmak deyip bu yazıyı olabileceği en klasik haliyle noktalıyorum.

Bir diğer dışavurumu gezip yeni yerler görmek olan ama esas amacı gastro turizm ve araba sürmek/arabayı gezmeye çıkarmak/yolda olmak/yol sohbetleri/ birlikte olmak olan gezide görüşmek üzere.

Hasköy yakınları

Rahmi M. Koç Müzesi'den...


 Lengerhane, Denizcilik bölümü

 Minyatürler

 Raylı Ulaşım

Yenikapı'nın eski gemileri fotoğraf sergisi, Yenikapı eski yeni görüntüsü


Eski yeni görüntüsü dediğim de, eskiden 3 boyutlu kartpostallar olurdu, farklı yönlerden bakınca farklı gözükürdü, işte o teknoloji. 3 fotoğrafı da farklı açılardan çektim. Bunun yanında Yenikapı'da çıkarılan 12 batığın çıkarılışı, taşınışı ve korunmasıyla ilgili fotoğrafları, total station ile çizilen çizimleri ve yüksek çözünürlüklü bir çok fotoğrafın birleştirilmesiyle edinilen fotoğrafları var. Çok metin içermiyor sergi, fotoğraflar görülmeye değer. Daha fazla bilgi için;  http://www.yenikapibatiklari.com/

Öte yandan, Rahmi Koç müzesi ne kadar büyük ve ne kadar çeşitli bir koleksiyona sahipmiş, 5 yıl olmuş, gitmemek olmamış. İçerisinde havacılık, denizcilik, matbaa, çeşitli makina modelleri, sualtı bölümü, nostaljik dükkanlar, motosikletler, bisikletler, her türlü arabalar, neyin nasıl çalıştığına dair çeşitli atölyeler barındırıyor. Şöyle yazınca bile yeteri kadar çoklar.

Çok zaman ayırmak lazımdır, az zamanla olmaz deyip 4 aylık post grevine son verdiğimi ilan ederek bu kısacık gönderiyi de bitiriyorum.