11 Aralık 2012 Salı

min.


bit.




*fotoşop bilmiyormuşçasına picasaya abanmak no: bilmemkaç
**picasa dram no1: helvetica YOK?!
***nilden dram no3: bitirme

9 Aralık 2012 Pazar

yağmurla karışık dağ havası


Geçen haftasonu 3 günlüğüne kaz dağlarındaydık. Ortamızdaki zat ve ailesinin orada tam bir inziva evi var, biz iki istanbul beton çocuğunu da (aslında izmir ama şehir beton olunca hepsi bir) alıp yeşile doydurmaya götürdüler. İşte arda kalan notlar...

-Edremite yarım saat uzaktayız, etrafta 2-3 minik ev, evden çok ağaç, önümüz hafif eğim ve mükemmel manzara, arkamız dağ. Havaysa sürekli yağmur modunda, kokusunda toprak var. Elektrik yok. Jenaratör var ama onu da akşamları kullanıyoruz, ısınmak için salonda kocaman bir kuzine bizi bekliyor. Üzerinde tencere, içinde su, ısıtıp ısıtıp o suyla yıkanıyoruz çünkü sıcak su da güneş enerjisine bağlı ama güneş yok.

 -İlk günden çıktığımız hafif yürüyüşte biz beton çocukları;    yosunun dokusu (nasıl böylesine sarabiliyorlar bu taşı, güney tarafta mı olur yosun kuzey tarafta mı, kuzey neresi, iphone'un pusulası var mı, ev kuzeye mı bakıyor), ağaç kabuklarının aldığı topografik şekil (bunları koparmak acaba ağaca zarar verir mi, nasıl da nemli, nasıl böylesine katman katman olabilmişler), renk renk mantar (bu mantar zehirli mi, nereden anlıyorsunuz, bu çok çekici kesin zehirli, pembe mantar mı olurmuş, elinize sürmeyin zehirli onlar!), her türlü dalın kokusu (bu dallar nasıl bu kadar güzel kokabiliyor, çam kokusu esansı buradan geliyor galiba, bu ormanda herşey güzel kokuyor, abartma bundan koku falan almıyorum ben), keçilerin bokunun pürüzsüzlüğü (çikolataya benziyor bunlar, hayır asıl siyah zeytine benziyor, hayır bildiğin içi fındık dolu çikolatalı draje, keçi bokundan inanılmaz enerji üretiliyor, hadi toplayalım yakarız, ileride çok ilerleyecek bu teknoloji), kozalakların  garip renkleri ve şekilleri (kozalaklar yazın toplanırmış, kışın kapalı olurlar çünkü. nasıl bu kadar farklı renk skalası olabilir ki), yağmurun tadı (kafayı kaldırıp, dili dışarı çıkararak yağmuru tatmaya çalışmak...), göğün sesi ( yağ yağ yağmur, böyle ince ince yağma, gönder gelsiiin, çekiinmeee, yağdıııır), keçilerle ilgilenme ( keçileri çobanları nasıl çağırırmış biliyor musunuz, ayh ayh ayh, AYH AYH HO HO, ha ha ha, sen de bize bağır alperağa etrafında toplanalım!), toprak üzerinden geçen siyah hortumlar (dağlarda ufak delikler açıyorlar, hortumlarla evlere su taşıyorlar), kestane ağacı çubukları (bunların kabukları nasıl güzel soyuluyormuş yahu, bundan çok iyi masa oluyor benim hocamın bir masası vardı, ileride çok çalışırsan senin de kestaneden bir masan olur demişti, çok dayanıklıymış bunlar) derken tabiki de yürüyüş yürüyüşlükten çıkıyor. Bu sırada hava hafif yağmurluyken, bir anda yukardaki sesimizi duyduğundan mıdır nedir dolu yağmaya başlıyor. Tanım şu: yağmurla dövülmek. Doluya karşı yürümeye çalışmak, sığınacak yer bulamamak, alperağamızın bir anda dönüp 'şimdi hepiniz kestane çubuğuna tutunun ve birlikte ilerleyelim' demesi ama bunu 2 sebepten yapamamak. 1. sebep, deli gibi gülüyoruz, daha güzeli var mı? 2. sebep, eşofmanım o kadar ıslandı ki aşağı çekiyor ve yürüyemiyorum...ve daha çok gülüyorum. Sonra ilk fotoğrafta sağda gözüken mavi dama yani keçilerin damına giriyoruz, yaklaşık 5 dakika koşturduktan, güldükten sonra. Yerler hep çikolata ya da bir diğer deyişle siyah zeytin ya da bok. Sonra da eve gidiyoruz, artık pes, ıslandık zaten donumuza kadar. (Her birimizin üzerinde litre litre su var yukarıdaki fotoğrafta)

-İkinci günün yürüyüşünün teması var, zirveye çıkmak. Benim için başka bir önemi daha var o da 2 yıldır özlemle aradığım ama hala bulamadığım paristen gelen greyfurt suyuna kavuşmak. Üstelik yanında da martini rosato var. Zirveye çıkıp greyfurt sulu martini içilecek. Sorun şu ki yukarıya çıkmaya azcık geç başlıyoruz, neyseki bir gün önceden 'beton şehirlerden sonra doğa ve orman 101' dersi geçildi, bugün daha hızlı yürüyebiliyoruz ve bir yandan da çintar mantarı arıyoruz (Bütün köylüler de erkenden gelip toplamış ha, uyanıklar, sonra hepsini pazarda bulduk). Hızla tırmanıyoruz da, sözde 1 yıldır spor yapıyorum, inanılmaz yoruldum, dayanamıyorum bir tarafa yığılıcam, Alper amca ve Gülsüm teyze o kadar kondisyonlu ve azimle ilerliyorlar ki, mümkün değil ara veremiyoruz. Neyse bir ara durduk 2 dakika, bahçede karpuz kalmış da onu aldıydık yanımıza, onu yedik. Karpuz dediysem içi yok, kabuğu ve 2 cm kırmızı yeri var. Aralıkta karpuz mu olurmuş demeyin, yazın yediğim bütün karpuzları döverdi lezzetiyle o kadar.

ve Zirve! Yukarıda bir orman gözetleme kulesi var, onun da üzerine çıkıyoruz, manzara mükemmel. (Havanın azcık kararmış olduğu gözlerden kaçmasın, zaten 3 suları yola çıktık, 1.5-2 saatte tırmandık diyelim.)


Sağdaki de Nilden'in Joker greyfurt suyuyla buluştuğu an. Bunsuz geçen 2 yılıma nalet olsun, bunu fransa'dan getiren her zat'a da Nilden kul köle olsun!

Dönüşümüz önceleri, haydi ne kadar hızlı inersek o kadar az karanlığa kalırızla başladı, el fenerini yakmayalım ki gözümüz ışığa alışmasın, buralarda ne kadar sık ağaçlar varmış, ışık da iyice gitti, çişim geldi, çok eğimli burası, biiiiz çoook önemliyiiiz, düşeyazarsanız popoyu koyun yere, esprileri aşağıda yapabilir miyiz düşeceğim gülmekten, hadi herkes olduğu yerde çişini yapsın, ilerisini görüyor musunuz, ses veer, nildeeen, hasibee, nesriiin, gülsüüüm, nesrin geliyon mu arkadan, biiiz çoook önemliyiiiz, burası uçurum ordan değil burdan gidelim, çok uzaktan çıkıcaz galiba, yol nerede, burayı takip edelim, ya yağmur şiddetlenirse, biiiz çook önemliyiiiizz, oy fena kayıyor burası, gerizekalı olduğum için telefondan fener aplikasyonunu silmişim, gözüm flaştan kör olacak şimdi, başka telefon var mı ile de devam etti. Zifiri karanlıkta ve inanılmaz yorgunlukla da sonlandı. Evde sıcak duş ve kuzine üzeri kestane bizi bekliyor, günün ödülü.

Döneceğimizin günün sabahı, pazartesi oluyor, erken kalkıp, hava iyi olursa güneşin doğuşunu izlemeye karar verdik. 3 günlük kaz dağları yolculuğunun tek güneş anı işte o sabahtı, kendisiyle selamlaştık, sporumuzu yaptık ve sonra kendisini uğurladık yerine yağmuru aldık. Bir de ufak gökkuşağı. (kahve içerken geri geldi güneş; bakınız daha önceki yazılardan, türk kahvesi içerken güneşin altında mest olan blog yazarı. Bildiğin isteyince oluyor, seviliyor da olabilirim.)



                                      Aşağıdakiler de 'doğayı görünce biz' serisinden.


Günün geri kalan kısmında da, güzel bir su kaynağından su doldurmaca, pazara gidip kilosu bi liradan mandalina almaca, çintar için köylülerle pazarlık yapmaca, edremitin kocaman zeytincilerinden birine uğramaca ve bu zeytincide tadımlık diye abartıp 30 tane zeytin yemece, sonra da üzüle üzüle, hava niye biz gidince açıyor diye söyle söylene bursaya doğru yol aldık. 

O kadar eğlendim, o kadar dinlendim ki, insanın sabah yüzünü yıkarken aynı zamanda o suyu kana kana içebilmesi, rakısını o buz gibi akan çeşme suyuyla inceltebilmesi, sobadan gelen çıtırtı ve üzerinde kaynayan suyun fokurtusuyla uykuya dalabilmesi gibi yaşanan anılarla birlikte (okurken kıskandım arkadaş bu nasıl yaşam böh böh bööh); muhabbeti dopdolu, marifetli, eğlenceli ve arkadaş canlısı ebeveynimsiler ve öteki 2 can ile geçirilen tüm diyaloglar, hepsi harikaydı. Öte yandan 3 gün dopdolu iç özlem duygusuyla geçmedi değil, hatta bir ara o özlem duygusu 5 yılın manevi yüküyle birleşti, duygusallıktan az daha yığılıp kalıyordum ki, gülsüm teyzenin esprileriyle kendime geldim. 

Hikaye burada bitiyor, sonrası elektriksiz kent ölçeğinden şehir ışıkları ölçeğine gelmek. Saç kurutma makinasını bile çalıştırıp çalıştırmama arasında kalırken, koca koca sokak lambaları arasında kendini tam şehrin ortasında bulmak çok çirkin. 

Bu aşağıdaki şapşal romantik albüm kapağımsı fotoğraf da su doldurmak için durduğumuz yerden, ben picasa denilen programı yeni yüklediğim için, fotoğraflara saçma efektler basıp duruyorum. Bu sırada kendi makinamı götürmediğim için bütün fotoğraflar nesrin'den, çok azını ben çektim. 


Son olarak karar verildi ki insan Ege'de yaşlanmalı. Bir kere zeytin var, iki zeytinyağı var, havası dengeli, sıcağı ve soğuğu yerinde, denizi var mükemmel hem de. E herşeyi geçtim, zeytin var, yeşil zeytin, söylemiş miydim? 

Buralardan gitmiş isem başıma bir zeytin ağacı istiyorum, yeşil zeytin. 
Bitti güzelim dağ havası.

olmayan kelimeler

Bu aralar üzüldüğüm bir konu var, aslında son 10 dakikadır üzülüyorum ama ne yaptıysam üzüntümü geçiremedim. Metisin 2012 ajandasına bu yıl yeteri kadar ilgi gösteremedim ve ne yazık ki yapraklarının bir çoğu boş. Aslında benim için ajanda 'dur hangi günüm boşmuş, seni de şuraya ekliyorum şekerim' gibisinden gündelik, herkesin bildiği aktivitelerin planlanması için kullanılan bir araç değil; bir nevi, hangi olay hangi gün yaşanmış ve bu olaya dair sayfada bir iki söz var mıdır, gizli saklı iki kelime güne sıkıştırılmış mıdır gibi sorulara cevap veren nesnedir. Sonrasında açıp okumak, yaşanılan günlerin öznelerini hatırlamaya çalışmak ve ne hissettiğimi ufacık kelimelerle anlamaya çalışmak tadından yenmez bir eğlence oluyor benim için.

Neyse, son 10 dakikadır da doldurmaya çalışıyorum ama nafile. Öte yandan bu senenin konusu o kadar güzeldi ki, ilk aylarda neredeyse yanımda kitap gibi taşıyıp okuyor, çok ilerlememeye özen gösteriyor, sonrasında da okuyacak sayfalar bırakmaya uğraşıyordum. Ne olduysan ondan sonra oldu zaten. Bu ilgisizliğim yüzünden, üzüntümü birazcık hafifletmesi adına, 'olmayan kelimeler' den çok beğendiğim kelimeleri yazacağım buraya. Kalsınlar, ileride okurum diye.




>> Börek bitti, çok açım ve denizin kalabalık bir lügatı olduğuna, ona bakarsam, onunla konuşursam çoğalacağıma, balık adlarına benzeyen yepyeni kelimeler edineceğime inanırım. Lüfür mesela, 'hafif küfür' demek için güzel bir kelime değil mi? Çok canlı büyük kitleleri anlatmak için vardayla desek mesela? Kötü, bayat esprilere, şöyle homurdanır gibi, aşağılar bir tonla, homsi desek fena olmaz mı? Çok başarısız düşünceler bunlar, öyle değil mi götlek tefaller? (Murat Uyurkulak, Tol)

>> sensemek ben'in sen'i özlemesi, canının çekmesi.
Görmeyelden yüzünü ben ki nigarım, sensedim...
Ah u zar ile geçer bu rüzgarım, sensedim...
(Hümani, 15. yy)

>> Biraz ekonomi yapsak:
dakşam dün akşam, yakşam yarın akşam, döğlen dün öğlen, yöğlen yarın öğlen, dabah dün sabah, yabah yarın sabah

>> egoduvarı diplomaların, sertifikaların, ünlü kişilerle fotoğrafların asıldığı duvar, egosörfü insanların internette kendi adlarını bulmak için gezinmeleri.

>> düşanı rüyada görülen olayların anısı. Örn. Düşanılar da anılar kadar gerçek, yakıcı ve tacizkar olabiliyormuş meğer.

>> samir (farsça) geçe ay ışığında konuşan kişi.

>> Sandöviç kuşağı hem çocuklarına hem anababalarına bakmak zorunda kalan kuşak; kulüp sandöviç kuşağı çocukları ve anababalarının yanı sıra torunlarına da bakan kuşak; helikopter ebeveyn ömrünü çocuğunun etrafında dönerek geçiren ebeveyn.

>> pesometre vatandaşın pes deme noktasını ölçen alet.

>> umu-küsü ( azerice) birisinden içten içe bir şey umup, beklentinin boşa çıkması durumunda o kişiye
küsme.

>> abesoloji zihnin abesle iştigalini ve abesin zihni işgalini inceleyen bilim dalı.

>> litost Çeklerin aynı anda sempati, üzüntü, pişmanlık ve tanımlanamayan özlem anlamına gelen litost diye bir sözcükleri vardı. Milan Kundera'ya göre, litost 'açık bir akordeon kadar sınırsız bir duyguyu' ifade ediyordu; sözcüğün 'ilk hecesi uzun ve vurgulu okunduğunda terk edilmiş bir köpeğin iniltisini' andırıyordu. (Svetlana Boym, Nostaljinin Geleceği)

30 Kasım 2012 Cuma

mutfak


















kaynak 
// http://furniture.trendzona.com/
// http://www.dezeen.com/

uzak

dilimin en sevmediğim kelimesi.

24 Kasım 2012 Cumartesi

çüçüt mettup

Pessoa'yı okumak için en önce Ophelia'ya yazdığı mektupları seçmek, sonra da bu komik mektupla karşılaşmak. büyük soğuma sebebi.

yok yok, okumaya başlayacağım kitaplarını. Milena'ya mektuplar'dan şöyle güzel bir farkı var, birinci bölüm mektupları içeriyor, ikinci bölüm ise ophelia'nın kaleminden pessoa ile ilişkilerini anlatıyor. Böylece önce onu, sonra mektupları okuyunca, daha anlamlı sonuçlar çıkıyor. zira mektup dediğin karşılıklı, ophelia'nın gönderdiği mektuplar olmayınca, tek taraflı mektup okumak da anlamsız. (bkz. klasik vaka)

mektuplar içten, gerçekçi, abartısız. bazı dönemler, pessoa'nın alt kimliklerinin etkisinde, onların dilinden yazılmış. bu değişim ilişkide dengesizlik de yaratıyor.

mektuplarını okumanın başlangıç için iyi bir adım olduğunu hala düşünüyorum bu arada.


bu da ayrılık mektubundan;

"Yüzleri ve saçları yaşlandıran zaman şiddetli duyguları da yaşlandırır, ama daha çabuk. İnsanların çoğu budala olduğu için, bunu fark etmemeyi başarırlar ve alışkanlıktan başka bir şeyin kalmadığı yerde hala sevdiklerini sanırlar. Eğer böyle olmasaydı, dünyada mutlu insan olmazdı. Üst düzeydeki yaratıklar, yine de böyle bir yanılma olasılığından yoksundurlar, çünkü onlar aşkın süreli olduğuna inanmadıkları gibi aşk bittiğinde yerine bıraktığı saygı ya da minnettarlığı da aşk sayıp aldanmazlar. 
Bu işler insana acı verir, ama acı geçer. Eğer her şey olan hayat bile sonunda geçip gidiyorsa, hayatın anlarından başka bir şey olmayan aşk ve acı ve de bütün diğer öbür şeyler nasıl geçip gitmesin ki?"

Justice Center Leoben



“They are criminals,” Hohensinn said to me, “but they are also human beings. The more normal a life you give them here, the less necessary it is to resocialize them when they leave.” His principle, he said, was simple: “Maximum security outside; maximum freedom inside.” (The bars over the balconies are there to ensure the inmates’ safety, Hohensinn said; the surrounding wall outside is more than enough to make sure no one gets free.)

http://www.nytimes.com/2009/06/14/magazine/14prisons-t.html?pagewanted=all

avusturyadaki hapishane ile ilgili bir yazı. ultra modern ve lüks, 5 yıldızlı hapishane diye hakkında yazıları var. ben geçenlerde bunu, mimarın aslında yapıda şeffaflığı ön planda tutarak dışarıdaki hayatı daha çok göstermeye çalıştığını ve aslında bir ceza daha verdiği şeklinde duymuştum. son cümle biraz da onu belirtmiyor değil, öte yandan şartları iyileştirme ve insanları içerideki süreçte rehabilite etme konusunda o kadar üst düzey ki, o son cümle gölgede kalıyor. 

türkiyedeyse durum, başta mimarların sonra geri kalan tüm sorumluların yüzünü kızartacak durumda. Üzerine düşünce yok, şartların kötü olduğu kabulu yok ( var ama umursanmıyor), yeni üretim fikri yok, okulda ders, planlama yok. Hapishane tasarımı bütünüyle türk mimarlığı için hala bir tabu.

13 Ekim 2012 Cumartesi

dünya inan ki bildiğin gibi değil çocuk

ya gitgide insanlar birbirine benziyor ya da gitgide dünya küçülüyor.
yine mi küçülüyorsun dünya? daha ne kadar küçüleceksin?

YA DA bana bazı bazı daral geliyor da olabilir. Dünya bildiğimiz büyük olmalı, google earth yalancısıyım. Çok büyük gözüküyor zira.

Google earth demişken, prosunu yükleyip ayda marsta gökyüzünde gezindim geçenlerde.
'geçen yine ay yüzeyini inceliyordum.." adlı cümlelerin programı.

Bu arada bitirme arasındayım, heybeliadayla ilgili güzel şeyler yazacağım. Ama önce şu çarşambayı atlatalım.

*ek olarak dur bir dilek dileyim demeden akla gelen dileğe (bence) bilinçsiz dilek denir. Dün akla düştü bi tane, gerçek olursa blogger şahidim olsun. Olur musun blogger? -hayır.


Akintiya Karsi by Ezginin Günlüğü on Grooveshark

22 Eylül 2012 Cumartesi

18 Eylül 2012 Salı

yirmidörtaylık'ça

vava _ hala
poo _ top
boo _ balon
şi[ğ] _ fil
anni, anna _ anne
ko! ko[ğ]! _ korktum
kaa _ kaçtı (top kaçtı)
tece _ teyze
gee _ gel
bi[ğ] _ bitti
asa _ aslan
houk _ soğuk
ace acee _ acı
aka yukoo _ aşağı yukarı
ooo _ otur
ve[h]! ve[h]! _ ver
ebid _ edip
eelül _ eylül
aaa _ aç
muu _ muz
dodu dodu _ doydum
[dudaklardan br pr sesi çıkarma] _ su

14 Eylül 2012 Cuma

kırmızı siyah

Böyle bir sahne ancak filmlerde olurdu.
İnsan yazarsa unutmazmış, anahtar kelime sarılmak.

Bir hava alanındayız aslında ama tam olarak tren istasyonuyla bağlandığı noktada gerçekleşiyor olay. İnsanların uçaklarına yetişmesi için hızlıca hareket edebilecekleri yürüme bantlarının olduğu, çelik-cam karışımı tavanından içeriye gün ışığı sızan, çok büyük ve geniş bir mekandayız. Emin değilim ama zaman hafta içi gündüz olacak ki, etrafta insan oldukça az. 2 sıra yürüme bandı var ise, kenarlarda da bir o kadar boşluk var. Dediğim gibi, kalabalık şehir için tasarlanan mekanların, tenha zamanları. Bantta ilerlerken, önce arkası dönük, siyah takım elbiseli adamı görüyorum, sonra da ona sarılan bir çift kolu farkediyorum. Kıpkırmızı elbisesi, simsiyah uzun saçları, siyah topuklu ayakkabılarıyla, var gücüyle karşısındaki adama sarılan bir kadın. Ben ilerledikçe, kadının arkasında eşyalar beliriyor. Önce küçük bir valiz, çekme kolu tam açık, boylu boyunca yerde yatıyor. Hemen arkasında, siyah bir palto, onun da arkasında telefon. Hemen hepsi, kadının çok arkasında. Ben tüm bunları gördükten, bandın sonuna geldikten sonra bile hiç değiştirmiyorlar duruşlarını. Dönüp son defa bakıyorum, fotoğraf makinamı çantamdan çıkarıp çeksem hiç fark etmezler diye düşünüyorum. Sonra bu fikrimden utanıp yoluma devam ediyorum.

Fotoğrafları yok, elimden geldiğince tasvir etmeye çalıştım. Fakat işin garip tarafı, ben o mekanda başka fotoğraf çektiğimi hatırlıyorum, ışık, taşıyıcı, mekan her şey olağanüstüydü ama nedense fotoğrafı bulamıyorum. Arayınca da kendi kendime dedim, acaba, hiç yaşamadım da?

Fotoğraf bu işe yarıyor işte, orada olduğunu, anı yaşadığını hatırlamaya.

Anahtar kelime sarılmak demişken de, neyse. Bu konuyla ilgili başka zaman yazarım.

(Bu sırada ikieylem'in sevgili yazarı karoten, bu yazıyı okuyup, büyük ihtimalle beni azarlayacak. Utanılacak ne vardı, çekseydin şimdi ikieylem'de olacaklardı diye. Kısmet bu işler karotenciğim.) 

13 Eylül 2012 Perşembe

yaz tatilinde ne yaptın çocuğum?

'Evet çocuklar, bugünkü ödeviniz yaz tatilinde ne yaptığınızı anlatacağınız bir kompozisyon yazmanız.' diyen öğretmenlerimi özlemiş olabilirim ya da okula dönmeyi. Öte yandan kompozisyonun ne olduğunu bile unuttum ama çok şükür kuralları saymazsak klavyeyle iyi anlaşıyoruz.

Gelelim konumuza, daha önceden okuyanlar bilir, benim sevgili yol arkadaşlarım nam-ı diğer ailem, hala sürekli gezme ve yeni yerler görme isteği içerisindeler. Beni yanlarında sürükleme stratejileri de hala tıkır tıkır işlemekte. Neyse, biz de bu yaz 3-5 günlük tatil için fazla uzaklaşmadan, yorulmadan, sadece arabayı gezdirip, yakın yerlerde biraz turlayıp sonra deniz tatili için güneyde bir yerde sonlanacak bir rota çizdik. Peki ne oldu?

En önce benim aslında bu planlara dahil olma sebebim olan Eskişehir'e gittik. Takribi 1 gün... Sabahtan öbür sabaha, yetti diyebilirim. Eskişehirli bir arkadaşım vesilesiyle yapılabilecek, görülebilecek her şeyi gördük ve bu süre yetti. Sürekli kulaktan kulağa katlanarak gelen 'Eskişehir çok değişti, çok güzelleşti' lafını da bizzat görmüş olduk. Ama o kadar. Şimdi biraz itici bir halde bahsediyorum olaydan ama durum şu, turizme katkı sağlaması için şehirlerde yapılan değişiklikler (büyük ihtimalle artık bana) içi boş değişikliklermiş gibi geliyor. Mesela Odun pazarı mahallesi eski evlerin restore edilmiş olduğu bölümü geziyoruz, hiç ama hiç çekici gelmiyor. Buradaki etken büyük ihtimalle, restore edilen evlerin dışlarının renkli şeker boyalarıyla boyanmış olması o ayrı bir konu. (Restorasyonuyla ilgili biraz arama yaptım ama gazete kaynaklarından oluşan bir yığında restorasyonun turizme ne kadar büyük getirisi olduğu dışında pek haber bulunmuyor. Öte yandan, Antep'teki beymahallesi restorasyonunu sevdiğim bir hocamla birlikte gezerken, en azından göze batmayacak bir dönüşüm olduğunu konuşmuş ve beğenmiştik. Fakat daha sonrasında restorasyon dalında çalışan biriyle konuştuğumda, aslında oranın restorasyonunun kötü tarafları olduğundan bahsetmişti. Şaşırdım fakat konusunda bilgili bir insanın görüşü tabi ki de daha titiz olacaktı.) Konuyu toparlıyorum ve bunun gibi bir kaç yeri daha gezdikten sonra (parklar, porsuk kenarı, cafeler, havuzlar) oturup çi'börek yiyip bira içtik. Ha tabi bir de söylendik, İzmir küçük şehir kaldı, izmir köy kaldı, izmire yatırım yok, izmir ağlasın bıdı bıdı. Başka da yapılacak bir şey yoktu fikrimce.

İşte bu da eskişehir'e gittiğimin kanıtı:


(ama aslında bir de porsuk yanında üzerinde 'allah rızası için porsuk çayını kirletmeyin' yazan, köpeğiyle birlikte oturan bir yaşlı amca heykeli vardı ki açık ara o en güzeli. Yine de yukarıdakileri de yabana atmayın, Botero'ya selam olsun)

(ama aslında bir de porsuk yanında üzerinde 'allah rızası için porsuk çayını kirletmeyin' yazan, köpeğiyle birlikte oturan bir yaşlı amca heykeli vardı ki açık ara o en güzeli. Yine de yukarıdakileri de yabana atmayın, Botero'ya selam olsun)

Eskişehir'den sonrası çok hızlı geçti, önce Göynük'e uğradık. Yine tarihi evler, tarihi doku... Bu konudan ciddi anlamda darlanmış olabilirim, üzerine yazmayacağım bile. Çok güzel bir yerde yemek yedik, zaten Göynük'e gidince orada yemek yemeyeni dövüyorlarmış o derece, ismi de Paşazade restoran. Yöresel yemek yapıyorlar. Fakat yemekleri geçtim, öyle bir yoğurt getirdiler ki yanında, hemen 'buranın inekleri farklı tabi' muhabbeti yapıldı aramızda. Öte yandan yoğurdun markasını da aklımda tutmuştum ama unuttum. Sonra yolumuza devam ettik, öğleden sonra da sünnet gölü'ne vardık.

Şimdi etrafta abant gölcük gibi doğa üstü yerler varken biz niye sünnet gölüne gittik? Çünkü oraya hiç gitmedik, orayı da görelim diye... Belki dedik, belki doğası çok güzeldir ve sakin bir oteli vardır, göle bakan, yeşillikler içerisinde... Doğası güzeldi güzel olmasına ama garip işletmeli bir otele sahipti. Bize bir oda gösterdiler mesela, odada attığın her adımda ahşaplardan farklı ses geliyordu. Çok sesli orkestra olurduk 3 kişi kalsaydık o odada. Eğlenceli de olurdu aynı zamanda değil mi? ( daha açık bir dille ahşapların tarihi bir ses çıkarmadığını, birazdan çökebiliriz sesi çıkardığını söylemek lazım.) Çok net tavsiye, bildiğiniz sakin yerlere gidin. (Fotoğrafta güldüğüme bakmamak lazım, buralar çok sakin bakışı attım ama kalınmaz mesajını alttan alttan buradan veriyorum.)

Bunun üzerine kan çekti ve akşamına Bolu'ya geldik. Geçen vakit akşam 8 sabah 8 ama Bolu'yla ilgili yazmak istediklerim çok.

Kendimi bildiğimden beri gittiğim bir yer Bolu, depremden öncesini, depremden sonrasını, depremden çok sonrasını ve şimdisini biliyorum. Biraz da akraba ilişkileri mevcut. Hali hazırda şuanda yaşadığımız şehirde bile şehrin eski halinin insanlar üzerindeki etkisini sürekli sorgulayan bir insan olarak; babamın bir dönemini geçirdiği yere geldiğimizde, sürekli onunla ilgili düşünüyor buluyorum kendimi. Bu sebeple, o şehirde bazı yerler değişince, mesela yaşadığı ev, mesela çarşı, bunun onda nasıl değişiklik yaptığını düşünüyorum. Hiç değişmediyse de kendim oralara gidince ne hissediyorum bunu düşünüyorum. Mesela çarşıda yıllardır duran bir kolonyacı var, aynı şekilde çikolatacı, aynı şekilde başka bir dükkan. Yani kısaca bu tür şehir-insan ilişkisini barındıran bir yer orası benim için ve aslında tüm bunların yanında da üzerinden kötü anılarını atmaya çalışan bir yer. Depremden sonra şehrin içindeki boş alanların değerlendirildiği, parkların dönüştürüldüğü, kalıcı konutlar değil artık tamamıyla normal konutlara geçildiği bir şehir. Akşam kısa bir tur yapıyoruz ve yine söylene söylene bitiriyoruz geceyi, izmir köy kaldı, izmir kötü kaldı, izmir küçük, izmir bıdı bıdı...


Ardından öğlen gölcük. Galiba göl kıyısındaki o ev ile belirli aralıklarla çekilmiş yığınla fotoğrafıma bir yenisini daha ekliyorum. Yaş 23 yine geldik ey Gölcük. Huzur bulunabilen nadir yerlerden, fakat tek şart var, insan istilası olmazsa. Ne yazık ki o gün de bir takım piknikçi istilası mevcuttu. Mesela şu zamanlarda (eylül), hafta içi, serin, hafif bulutlu havasıyla o kadar dingin ve taze olabilir ki.

Neyse buradan da ayrılıp Beypazarı'na geçiyoruz. Artık bu tür yerleşimlere karşı ön yargılarım olduğu için biraz daha içe kapanık geziyorum. Her yer aynı en nihayetinde, restore edilmiş tarihi beypazarı evleri...

Tamam burada düşüncelerimde biraz değişiklik söz konusu, zira burası yapay değil. Evlerin içinde insanlar yaşıyor hala, turistlerin gezdiği sokakların bir üstü hala mahalle, hala evlerinin önünde oturuyor insanlar. Selam veriyorlar, konuşuyorlar, hoş geldiniz diyorlar. Sıcaklık aslında bizim aradığımız. Bu sırada bir kaç müzesine girdik, bunlardan biri yaşayan müze. Biraz sevimli olmuşlar, çünkü müzenin içi insan dolu, her girdiğin yerde biri sana sürekli gelenekleriyle, kültürleriyle, köyle ilgili bir şeyler anlatıyor.  Uygulamalı aynı zamanda, baskı atölyesi vardı mesela. Orada girip bir şeyler üretebiliyorsun. En nihayetinde, müzede öğretmeyi dert edinen bir kaç insanın ürettiği fikir, değişiklik.

 
Ha beypazarında korkunç şeyler yok mu? Var! Örneğin 80 katlı ev baklavası... Arkadaş bir kere, baklava dediğin fıstıklı olur, bu konuda anlaştık mı? Ev baklavasını sevmem diye bir şey yok, onun da yeri ayrı. Ama bence Beypazarı'nda bunu satan insanlar gerçekten kafayı yemiş olmalılar, biri onlara acilen cevizli baklava yapmamalarını söylemeli! O kadar ki bu geziden sonra uzun bir süre sürekli olarak fıstıklı baklava istedi canım ve sürekli de alıp yedim, nedenini de şimdi anlıyorum! Benden söylemesi, sürekli fıstıklı baklava krizine girmeyi kabul edenler yesinler o baklavaları... Öte yandan, Beypazarı kurusu var onu da pek beğenmedim, bilumum erişte, kuru gıda ürünleri de mevcut. Deneyip öyle almak lazım.


En nihayetinde Beypazarı da bitti, kalınacak bir çok yer vardı. Tarihi evlerin bir çoğu konaklama amaçlı çalışıyor zaten. Fakat güneye ineceğiz diye, geceyi ikbal tesislerinin otoparkında geçirmeyi daha uygun bulduk ve hava karardıktan sonra Beypazarı'ndan ayrılıp Afyonkarahisar ikbal tesislerine doğru geçtik.

Güney planımız da pek istediğimiz gibi gitmedi zaten, bir gün kalıp, evimiz güzel evimiz diye geri döndük İzmir'e. Sen git başka şehirlerde İzmir'e laf et et, sonra gel özlemle sarıl. Öyle işte napalım memleket. Ama hakketen İzmir köy gibi kaldı ha, bunun için başka şehirlere gidip görmek de gerekmiyor. Gelin ben anlatırım size.

Biraz hayal kırıklığı, biraz şanssızlık derken pek beklediğimiz gibi gitmedi bu gezi. Fakat eşşek kadar olmuş ben dahil bir diğer eşşek kadar olmuş 2 yol arkadaşım, bu yolunda gitmeyenleri pek dert etmedik, zaten çok da dert edilecek bir şey değil, yukarıdaki hallerimden belli olmalı. Önemli olan birlikte olmak deyip bu yazıyı olabileceği en klasik haliyle noktalıyorum.

Bir diğer dışavurumu gezip yeni yerler görmek olan ama esas amacı gastro turizm ve araba sürmek/arabayı gezmeye çıkarmak/yolda olmak/yol sohbetleri/ birlikte olmak olan gezide görüşmek üzere.

Hasköy yakınları

Rahmi M. Koç Müzesi'den...


 Lengerhane, Denizcilik bölümü

 Minyatürler

 Raylı Ulaşım

Yenikapı'nın eski gemileri fotoğraf sergisi, Yenikapı eski yeni görüntüsü


Eski yeni görüntüsü dediğim de, eskiden 3 boyutlu kartpostallar olurdu, farklı yönlerden bakınca farklı gözükürdü, işte o teknoloji. 3 fotoğrafı da farklı açılardan çektim. Bunun yanında Yenikapı'da çıkarılan 12 batığın çıkarılışı, taşınışı ve korunmasıyla ilgili fotoğrafları, total station ile çizilen çizimleri ve yüksek çözünürlüklü bir çok fotoğrafın birleştirilmesiyle edinilen fotoğrafları var. Çok metin içermiyor sergi, fotoğraflar görülmeye değer. Daha fazla bilgi için;  http://www.yenikapibatiklari.com/

Öte yandan, Rahmi Koç müzesi ne kadar büyük ve ne kadar çeşitli bir koleksiyona sahipmiş, 5 yıl olmuş, gitmemek olmamış. İçerisinde havacılık, denizcilik, matbaa, çeşitli makina modelleri, sualtı bölümü, nostaljik dükkanlar, motosikletler, bisikletler, her türlü arabalar, neyin nasıl çalıştığına dair çeşitli atölyeler barındırıyor. Şöyle yazınca bile yeteri kadar çoklar.

Çok zaman ayırmak lazımdır, az zamanla olmaz deyip 4 aylık post grevine son verdiğimi ilan ederek bu kısacık gönderiyi de bitiriyorum.

23 Mayıs 2012 Çarşamba

26 Nisan 2012 Perşembe

yığın

Şimdi, yastığın altında, her zamanki olağan kağıt yığınlarının arasında, boş sayfalardan oluşan bir yığın var. Arasında pembe kalem, 2 ucu var, biri kalın biri ince. Zaten uyku sersemi olunca hangisini açtığını fark etmiyor insan. Ne zamanki yazamadı, anlıyor, kapatıyor kalın ucu, diğer ucu açıyor. Bazen aklına geliyor, gözlerini açar açmaz defteri arıyor, bazen elini yastığın altına attığı gibi kalemi ve kağıt yığınını hissediyor. Bilinçaltına bir durumu öğretme çabası bu, hayır tam uyku ile uyanma hali arasındaki zaman diliminde bunu fark etmek gerekiyor. 
Yaz. 
Yaz daha çok yaz, sonra tekrar oku, sonra tekrar yaz, öğren yazmayı.
Mesela hatırlamak değil mi? Uyku anını yakalamak, o an neler gördüğünü paylaşmak değil mi? Evet aynen öyle. Kediler vardı geçen mesela, ayağa dolanan, anne sevgisine, anne sütüne ihtiyaç duyarcasına ayaklara kapanan kediler. Sirkelersin sirkelersin, gitmez kediler. İşte onlar vardı mesela. O kağıt yığınına onlar nasıl mı geçti? 'bir sürü yavru kedi...' bu kadar. Gerisi gereksizdi, sonu istediği gibi bitmedi, istediği kişiyi görmedi. Bazen küfrederek, bazen yeter artık görmek istemiyorum onu diyerek açılan kağıt yığını bu sefer, gereksiz bir rüyaydı diye kapandı. Tatlı bir rüyaydı ama ihtiyaç bu değil. Kağıt yığını da bu yüzden dolmuyor. Başka sebepleri var onun.

Sonra,senin rüyana gelir bu, kağıt yığınından bahsediyorum. hayal edersin, hayal et. kağıt yığını, nasıl sence? 
gözlerin hafif aralanır, ne gördüğünü düşünürsün, elini yastığın altına atarsın, bulamazsın. Orada değil çünkü. İçindekileri düşünürken sen, tekrar uykuya dalarsın ve kağıt yığınına bir yazı daha eklenir.

Saman sarısı kağıt yığınları, arasında pembe kalem. çarpık bir yazı, hatırlanamayan sözcükler ve okuyunca anlaşılmasın diye özneler, kullanılan baş harfler. 

Bu kadar.

20 Nisan 2012 Cuma

ilahi ceasar

yine bir oyun atölyesi gecesi yine bir şapşal şapşal gülümseme hali.
(Oysa alkışlarken salona baktım kimse öyle şapşal gülmüyordu benim kadar?!)

Londra'daki festivale gidecek oyunları Antonius ve Kleopatra şahane olmuş, önce kitap, sonra oyun ve kleopatraların en hası olarak Zerrin Tekindor şiddetle tavsiye edilir.

19 Mart 2012 Pazartesi

because memory is for living

Black Mirror - Entire History of You, Liam Redo

-şu japonlar artık lens olarak takılan bir fotoğraf makinası icat edebilirler mi!?


1. yanlış: bu iş neden japonlardan bekleniyor,
2. yanlış: beklentide hata (fotoğraf makinası mı, FOTOĞRAF MAKİNASI MI, yapsa sürekli kayıt eder değil mi?)
3.yanlış: hayal edilen ürünün kendi içerisinde tutarsızlığı ( ne yapacağız, lens kutusuna koyup sonra nef olarak bilgisayara mı aktaracağız görüntüleri?)

ha ama neyse ki 3 yanlışı da düzeltecek bir öneri geldi. Black Mirror dizisinin 3. bölümüne sebebiyet veren bir cihaz, 'the grain'. uzun açıklaması ve bölüm değerlendirmesi burada.

kısaca kulak arkasına yerleştirilen bir çip ve gözünüzle gördüğünüz herşeyi kayıt altına alan cihaz.

diziyi izlerken(aslında mini tv series), nasıl durumlara sebebiyet verdiğini görüp kafayı yememek mümkün değil. ölümcül, dar eder hayatı insana, mahveder, süründürür diye haykırdım resmen sonunda. (yine de olsa fena olmazdı? dedirtiyor bana şuan, meraktan da olabilir.)

çok etki altında bırakıyor, dizimag'dan izlenebilir.

nt1. izlemediyseniz okumayın diyormuş linkte, okuyun gitsin.
nt2. eternal sunshine of the spotless mind a bir gönderme var, kesin. amaç anılardan kurtulmaksa...
nt3. izlemediyseniz 2. notu da okumayın. Okudunuz ama galiba.

yazmaya yazmaya yazmayı unutan'dan.

11 Mart 2012 Pazar

klasik vaka

Kafka'nın aşkından sıkıldığım için Sevgili Milena'dan 3-5 satır yazmayacağım.
Kitabı da bitirmedim, çünkü aşklarından sıkıldım.

7 Mart 2012 Çarşamba

bugün günlerden'

....
-'ben gitmek istiyorum' demek kadar özgürce, zamanı gelince 'ben gidiyorum' diyecek kadar da gerçekçi. 
....
-Herşey yerli yerine oturduğunda, bugünlere bakıp iyi ki yapmışız, iyi ki adım atmışız diyeceğiz.


iş bu satırlar, 3 ekim 2011de taslağa düşmüş, bugün ise düş'e bir adım kaldı artık.
Bugün günlerden mutluluk ve hiç olmadığı kadar istanbul.

15 Şubat 2012 Çarşamba

neredeyiz?
















"içeriye girebilmeniz için biraz fazla eğilmeniz gerekiyor."