20 Ağustos 2011 Cumartesi

Sevilla

-i-na-na-mı-yo-rum! sizler 4 günde gördüğüm 10. türk falan olmalısınız!!

evet bunu diyen sevilla'nın o sıcağında dil okuluna gelmiş bir lise öğrencisi, kısa sürede gördüğü 2 rakamlı türk sayısına eşit olduğumuz için çok heyecanlı. bizse bu kadar heyecanlanmasını garip karşılıyoruz ve bakıyoruz anlamsız anlamsız, neyse ki uzun sürmüyor.

-ya yemek yicez de neresi var tavsiye edebileceğin?

yuh! 5 ay oldu, ben gittiğim yerde oralı olduğuna inandığım bir türk görünce hep aynı yerden konuşmaya başlıyorum. Neyseki Mediha da var yanımda toparlıyoruz biraz muhabbeti. Daha geleli 4 gün olmuş bir öğrenciyi ardı ardına soru yağmuruna tutuyoruz ve işte geliyor;

-ya ben de bu akşam boğa gösterisine gidicem işte, çok turistik bir gidip bakalım herkes gidiyor.

evet Mediha koptu, kendine getiremiyorum. Çünkü ispanya sınırlarına girdiğimizden beri Mediha sürekli boğa güreşi izlemek istediğinden dem vuruyordu, çocuğu nerde nasıl diye boğuyoruz birlikte resmen, neyseki ayrıntıları öğrendik, teşekkür ettik ve vedalaştık.

Biz çocukla karşılaşana kadarsa şunlar oluyor, Valencia'dan Sevilla havalimanına gelmece, merkeze ulaşmaca, otele yerleşmece, dışarı çıkmaca ve yemek için yer aramaca. Akşam 17.00 suları, o anki izlenimim oldukça sakin bir yer olduğu, çünkü tüm dükkanlar kapalı! Yani büyük mağazalar değil, ne bileyim bir Mango kapalı değil mesela. Ama tüm yerel dükkanlar kapalı, insanlar yok. 5te yemek yenilecek yer bulunur mu bu durumda? Tabiki de hayır. Burger King paklar bizi derken hayatımda ilk kez koskoca bir dükkanı bomboş görüyorum. Gözünü sevdiğimin ispanyolları şahane siesta yapıyorlar.

Neyse boğa güreşlerinin yapıldığı yeri öğrendik ve haritadan bakıp kendimizi oraya attık. Ama asıl matadorların şovu değilmiş bu, bunlar öğrenciymiş. AA öğrenciyse izlemeyiz demedik tabi. Biletleri aldık, mekan da küçük bir arena, nehrin kenarında. Daha başlamasına vardı, biz de gidip nehir kıyısında bakına bakına vakit öldürmeye karar verdik.

Eh, bir şehri ikiye bölen, çoğu zaman da can veren şu nehir meselesine ilk olarak alıştığım yer Paris'tir. Önceleri, bu insanlar yeşil suya bakıp bakıp ne buluyorlar derdim, sonra bu söz kalıbı değişti, dönüştü, ben de yeşil suya bakan insanlardan oldum. Bulunduğun ortama alışma durumu diyelim ama yine de bu bir süre sonra "nehir kültürü" durumuna da giriyor. Başka bir çok şehirde bu kültür değişiklik göstermeye başladı. Bana nehrini söyle sana nasıl bir şehir olduğunu söyleyelim'e kadar gidebilir mesela bu.
Burada nasıldı peki? Sevilla'nın insanlarına aitti, sıcaktı, sanki akşamüstü evinin önündeki suda kürek çekiyorsun gibiydi, sanki bütün evler içiçeydi ve nehirde onların içinden geçiyordu. fotoğraftakiler de kano üzerinde basketbol oynuyor, ilk kez görüyordum ve inanılmaz eğleniyorlardı. Uzun süre onları izlerken, buranın ne kadar sıcak, yaşanılası bir yer olduğunu düşünüyordum. Tabi açık sözlü olmak gerekirse, bu fikirlerin bir çoğu ilk avrupa şehri olarak Paris gibi inanılmaz turistik ve fotoğraf karesinden fırlamış bir şehirde kısa süreli yaşamış olmakla ilintili olarak ortaya çıkıyor. Bir çok yerin yaşanılası olup olmadığını irdelerken hep parisi düşünerek hareket ediyorum. Yine de bu burada hissettiğim sıcaklığı değiştirmez.

Bu kısacık analizlerden sonra içeri girmek için arenanın etrafında turluyoruz, Allahım galiba yanlış yere geldik diye düşünüyorum önce! Veya bütün Sevilla'nın erkekleri aynı anda, uzun kollu kolları kıvrılmış gömlek, bermuda şort ve bez ayakkabıyla buraya gelmeyi tercih etmişler! Sonradan farkediyorum ki, birileri bunlara buraya bu kıyafetlerle gelmesi gerektiğini söylemiş, malum çok turistik bir aktivite yapıyoruz şuanda!

İçeri giriyoruz, yerimize oturuyoruz, bekliyoruz. Sıfır bilgi, neymiş matadormuş, boğaymış, bezmiş falan. Bilgi bu kadar olunca biz dört gözle ne olup bittiğini takip ediyoruz, boğaya bir şeyler saplıyorlar, bakıyoruz saf saf.

-Ama kan değil değil mi o? yapmazlar yani öyle bir şey?!
Mediha'nın söyledikleri lafta kalıyor tabi,
matador son kılıçla öldürüyor boğayı, ikimiz de şoka girdik! Bilmiyoruz ki öldürüldüklerini! Yanımızdaki 2 ispanyolu darlamakta buluyoruz çözümü. Onlar herşeyi açıklayadursunlar, biz iki türk korkunç bakışlar atarak onları dinliyoruz. O sırada içimizden geçenleri bilseler, açıklamaya bile uğraşmayabilirler. Neyse durup düşünüyorum, onlara kurban bayramı anlatmak nasıl olurdu diyorum, sonra içimdeki öfke biraz diniyor. 6 boğanın ölürüldüğünü görüp otelimize dönüyoruz. Hoş değil, ama insanlar izlerken inanılmaz keyif alıyor. (Ha herşey bir yana, matador olmak nasıl bir şey ya? neredeyse bütün olay boyunca beynimi bu soruyla meşgul ettim.)

Sabah ilk amaç Sevilla katedraline gitmek, fakat kaybolup görmek istediklerim listesinde olup neredeyse unutacağım bir yere çıkıyoruz; metropol parasol. Kendisi bir Mayer ürünü, yarışma sonucu yapılmış aynı zamanda dünyanın en büyük ahşap kontrüksiyonu, Arup imzası da taşıyor. Tek kelime ingilizce açıklama olmamasına rağmen, sunum paftaları o kadar iyi ki binanın herşeyini anlıyoruz. eksi kotta arkeolojik alan bulunuyor, giriş kotunda ise alışveriş merkezleri. üst kotta konser ve park alanı, ve asansörle çıkılan en üstte ise teras, seyir tepesi ve bir cafe. herşey şahane, tek sıkıntı ingilizce hiç bir açıklama, broşür yok. Seyir tepesinden Sevilla'daki belli başlı tüm yapıları panolarla tanıtılmış. Aslında terastan bakınca da anlaşılıyor, kent dokusu içine oldukça iddialı duruyor. Fakat Sevilla'nın böyle simgesel ve iddialı bir yapıya ihtiyacı olduğunu düşünülürse... bize de sadece detaylarını incelemek kalıyor. Biz de aynen böyle yaptık;

-burası ahşap mı Mediha ya imkansıız!

Ardından kendimizi katedralde buluyoruz. Ha ama öncesinde bir şeyler atıştırmak amacıyla küçük bir yere oturuyoruz, ne mekan sahibi ne orada oturan 2 kişi de ingilizce bilmezken kendilerini parçalarcasına anlatma cabaları sonuç veriyor ve biz 3 tapas 2 bira sipariş edip dışarıdaki yerimizi alıyoruz. İşte ispanyolların en güzel yanları, ingilizce sıfır, beden dili on.

Katedral camiden dönüştürülmüş, tarihinde yazıyor. yok imkansız diyorum zira o planlı bir cami olamaz. İşin aslı caminin olduğu yere yapıldığıdır, fakat şuandaki kilisenin bazı bölümleri hala o camiden kalmaymış. Aynı zamana en büyük gotik katedralmiş, zaten süs o kadar abartılmış ki. bu kiliselerin yapım aşamasındaki konuşmaların metinleri olsa da okusak, bu nasıl bir abartı, bu nasıl bir inanç ki gözünüz bürünüyor? Ah o floransadaki kubbenin kitabını daha bitirmedim, ne hikayeleri var...O kitabı bitirir bitirmez, Brunelleschi hakkında da yazacağım. Bir de Christoph Colomb un mezarı da bu katedralde.

Öğleden sonraki sıcağı atlatmak içinse flemenko müzesine gittik, serindir candır derken vereceğimiz ücrete değip değmiceğini öğrenmek için içeriden çıkan bir fransız çifti yakaladığımız gibi içerisinin nasıl olduğunu öğrendik. İngilizce sorunca 10 saniye düşünen çiftler fransızca konuşabilirsiniz diyince bir açıldılar ki, ah dedim yine, ah siz yok musunuz. Sonrası daldık içeri.

Evet aslında içerisi çok dolu, fotoğraflar, videolar, gösteriler, teknoloji, tüm ayrıntılar, herşey var. Gelin görün ki büyük ihtimalle içerisinin düzeni kesinlikle bu işi bilen birine verilmemiş, film izliyoruz arkadan başka filmin sesi geliyor, projeksiyonlar zayıf, dil konusu sıkıntılı, sergilenen kıyafetler ve eşyalar kolayca alınabilecek halde. oysa içerisi o kadar dolu ve o kadar şahane şeyler yapılabilir ki! ama yine de bizim flemenko sevdamızı oldukça dizginledi, şov izlemeye gerek kalmadan aşık olarak çıktık.

Ardından kendimizi bir parka attık, ben kartlarımı yazdım, üstelik bu yazdığım kartları annemlerle birlikte okuyacağımızı bile bile yazdım, biraz tembellik yaptık ve ardından yemek için yer aramaya başladık. 8e kadar bir kişinin bile yemek masasına oturmadığı boş sokaklarda gezdik gezdik ve sonunda sadece tapas yapan bir yere oturup ne var ne yoksa Sangria ile birlikte denedik.

Sevilla bize pek iyi davrandı, kendini pek sevdirdi .Endülüs bölgesi kendi başına sadece bir gezi programını çoktan haketti fikrimce. İspanya'nın son günüydü, sabahına Milano'ya uçtuk.

notlara gelince,

*Plaza de Toros Maestranza boğa güreşini izlediğimiz yerin ismi, içeride bir de müze varmış.
izlediğimiz yer gayet iyiydi, 7 euro ödedik ama dediğim gibi öğrenci matadorlar, gerçek şov değilmiş.

arkeolojik alana girmek için 2 euro, terasa çıkmak için de 2 ya da 2,5 euro ödemiş olmalıyız. terasta daha cafe açılmamıştı.

***Catheral de Sevilla girişte paşa paşa para ödeniyor. öğrenciye az olmalı ki girmişiz, ne kadar ödedik hatırlamıyorum. (2-5 euro arası bir şey)

****museo del baile flamenco girişi öğrenciye 8 euroydu, şov da oluyormuş akşamları ama şovlu olanı daha pahalıydı biz sadece müzeyi gezdik. Ha bir de şahane bir fotoğrafçının sergisi vardı, başında kendi hakkında yazdığı yazı da bulunuyor, çok güzel bir yazıydı, hayatı oldukça sağlam geçmiş, ismi de, Isabel Steva Hernandez.

*****En son akşam yemek yediğimiz sadece tapas yapan yerin ismi ise La moderna ( C/mateos gago, 7, 41004 sevilla) Gerçekten şahaneydi yediğimiz şeyler ve fiyat olarak da uygun.


ilk şehri yazmanın mutlu gururuyla, sevgiler!! :)

3 Ağustos 2011 Çarşamba

dönmek

Eh, gitmek fiili dönüşümsüz yaşanmıyor. En azından şimdilik.

Döndüm, hatta belki 15 belki 20 gün oldu. bu süreçte karşıma çıkan zorlu ve asitli şaraplar, bulamadığım peynirler, trafikte medeniyetsizce korna çalanlar gibi sebeplerden sürekli Paris'i andım, ah azizim nerede o şaraplar nerede o Seine nehri diye sayıklandım.

Şaka tabi, bunların hiç birini yapmadım. Ama bu sayıklanmaların yerine yaptığım çok güzel planlar var, şehirleri tek tek ayrıntılı yazmak gibi !

hayali bir okuru kandırıyormuşum gibi hissediyorum böyle yazarak , bu vasıtayla da aslında kendimi. Zira neredeyse nisandan beri ben bu şehirleri yazmaya başlayacağım, öyle değil mi?

Neyse hayatım feci bir düzene, mutluluğa ve huzura bağlandı, bu sebeple artık vericeğim sözleri tutacağıma inanıyorum. Ayrıca dörtte biri kalmış olmasına rağmen dört katı strese sahip olacak üniversitenin son yılına girmeden önce de bu tür bir düzene ve huzura ihtiyacım vardı, o yüzden gerçekten yazacağım!

Peki neler var; bir bakalım,

Fransa - Marseille, Cannes, Antibes, Cassis, Nice, Monaco, Firminy, Eveux
İtalya - Roma, Floransa, Venedik, Milano, Cinque Terre
İspanya - Sevilla, Valencia, Barcelona

Tabi hepsine bir anda ömür yetmeyecek, ben de oldukça geniş bir zamana yaymayı düşünüyorum. Rehbervari olmaktan öte, bu şehir ve mini kasabalar hakkında bir kaç hissettiğim şey var, onları unutmamak, detayları kaybetmemek benim de en çok yapmak istediğim şeylerden biri.

Velhasıl böyle, izmir'de olmak çok güzel.