29 Nisan 2010 Perşembe

erik

erik yemekten dişlerim kamaştı çünkü izmirdeyim
erik midemi ekşitti çünkü izmirdeydim
erik peşimden geldi çünkü izmirden döndüm
erik dolaptan göz kırpıyor çünkü istanbuldayım
erik günden güne azalıyor çünkü burası istanbul!

bitme erik, seviyoruz erik, gitme erik, erik, erik, erik...

15 Nisan 2010 Perşembe

Sahne senin 'Emek'!

Bir süredir kapatılmasıyla gündemde olan Emek Sineması'nın yarattığı durum aslında hiç birimize yabancı gelmemeli. Hepimizin bildiği (ya da bilmediği ya da bilmemezlikten geldiği) üzerine bu Beyoğlu'nda kapatılan sayısız kültür mekanlarından sadece bir diğeri olacak!

Bakın Beyoğlu'nda hakkında 'kapatılma' haberi geçmiş mekanlar arasında nereleri var;

Saray Sineması: Her İstiklal Caddesi'nde dolaşırken dönüp de bakmadığımız artık gözümüzün aşina olduğu Demirören Grubu yazılarıyla kapatılmış o kocaman alan, eskiden içerisinde Tarihi Saray muhallebicisi ve Saray sineması bulunduran Sin-Em Han hanıydı. 1920lerden 1980lere kadar faaliyet gösteren bu sinema, İstanbullular için bir konser mekanı, müzikten tiyatroya, danstan sinemaya her türlü etkinliği izleyebilecekleri, türk sinemasının en önemli filmlerinin gösterildiği mekandı. Fakat 80ler sonunda bir şekilde Demirören grubuna geçti, sinema salonu kapatıldı ve bina olduğu gibi yıkıldı(1). Şimdi ise 'herhalde burada restorasyon yapıyorlar' diyen her insana cevap olarak, oraya kocaman bir AVM yapıldığını belirtmek gerek. Üstelik içinde 'küçük bir beyoğlu' yaratma arzusuyla yapılan bir alışveriş merkezi(2)!

Alkazar Sineması: çok değil 1 Mart 2010'dan beri kapalı. Uzun bir süre salonlarında holywood filmleri oynatmak yerine estetik kaygı ile çekilen ve sinema sanatına katkıda bulunan filmleri oynatmayı tercih eden Alkazar Sineması, bugün ilgisizlikten dolayı kapalı. "Büyük alışveriş merkezlerindeki son derece yüksek yatırımlarla yapılan, teknolojik olanaklarla donatılmış olan ve popüler, ticari filmleri izleyiciye sunan 8-10 perdeli sinema salonlarına karşı ya da yanıbaşında adeta kahraman bakkallar gibi küçük, iddiasız sanat sineması olmayı sürdürecek gücümüz ne yazık ki kalmadı." diyorlarve son mektuplarından geriye kalan tek dilek ise 'geriye kalan beyazperdelerin kapanmaması'(3). Belki birinin zorla alıp kapatmasıyla değil ama yine bir AVM etkisiyle kapatılan bir diğer sinema Alkazar sineması.

Emek Sineması: Son 20 yıldır Film Festivali'ne ev sahipliği yapan mekan bu festival kapalı. serüveni 1920li yıllarda başlıyor ve şimdi sonu tüm diğer mekanlar gibi olacak. Sadece Emek Sineması değil orada bulunan Cercle D'Orient adası komple yıkılacak ve yerine yine bir AVM yapılacak. Üstelik Emek Sineması'nı da yaptıkları AVM'nin tam üstüne kondurup hala yaşatacaklarını iddia ediyorlar (4)!

Yeni Rüya Sineması: Çok değil 1 yıl olmadı Rüya Sineması kendini toplayıp 'Yeni Rüya Sineması' olalı. Aynı adada bulunan bu sinema da 31 Mayıs 2010'da kapılarını kapatıyor(5)! Mekan sahibinin en önemli sıkıntılarından biri ise festival zamanları dışında bu sinemalara sahip çıkılmadığı.

Beyoğlu Sineması: Şuan açık olan, şu aralarda da kapatma haberi olmayan sinema. Fakat 2008 yılında Alkazar Sineması'yla aynı dertten kapatmanın eşiğine gelmiş(6). Sebepler yine aynı, ya insanların AVM'yi tercih etmesi ya da AVM'lerin sanat sinemalarına meydan bırakmaması.

Peki şimdi neler oluyor? Bu duruma hiç yabancı değilmişiz değil mi? Tarihi kültür mekanlarının kapatılması sadece İstanbul için geçerli değil, bunun gibi AVM çılgınlığına yenik düşmüş bir çok başka şehir var.

Hadi yürüyelim, kapatılmasına engel olalım, facebook'taki gruplara katılalım.
Farz edelim ki bir şekilde bugün Emek Sineması'nın kapatılmasına engel olduk,
peki yarın festival dışında kim gidecek bu sinemalara?
Hangimiz Beyoğlu'nun zamanla bitip tükenen, tükettirilen, yıkılan kültür mekanlarına çözüm bulmak için onlara daha fazla değer vererek sahip çıkıcaz?

AVM çılgınlığı ortaya gökten düşmedi, bunu yaratan yine biziz. Şimdi ise yarattığımız o çılgınlık herşeyi alıp götürürken sadece eylem yapmak yetmez.

Önce sesimizi yükseltip Emek Sineması'nın kapatılmasına engel olalım, sonra da onlar Beyoğlu'nu kültür ve sanattan arındırmadan elimizde kalan diğer yapılara açık kalmaları için sahip çıkalım!


18 Nisan Pazar 17:00 Taksim Meydanı' ndan Emek Sineması' na kadar Protesto Yürüyüşü - Toplanma yeri: Taksim Meydanı tramvay durağı



13 Nisan 2010 Salı

turuncu

nereden başlasam bilemiyorum ile başlamak istiyorum bu yazıya, fakat çok sıradan olmasından korkuyorum, zira yakın bir arkadaşıma göre bu kalıp ile başlamak en kolay ve en sıradan başlangıç olacak(1). oysa ki insanların farklılığı sevip, sıradanlığı tercih ettiği şu zamanlarda pek de alışık olmadığımız bir yazı olacağına neredeyse eminim(1).

bahsetmeye çalıştığım bilmemezlik, yazmaktan kaynaklanıyor evet. uzun bir süredir yazamamaktan, yazıp da yayınlayamamaktan şikayet ederken aslında bu düşüncelerin ne kadar gereksiz olduğunun farkına varıyorum ya da bunu hep biliyorum ama daha çok hakim olan duygum bu değil. yazıları paylaşmak ile ilgili sıkıntılarım için ilacım yine o arkadaşım çünkü O, oyuncaklarını bile paylaşmazken içindekileri -değiştirip de olsa- paylaşan (1), beni paylaşmaya ikna eden. tam da bu noktada rahatlamamı sağlayan bir diğer etkiye sahip madde ise aslında insanların ne yazıyorlarsa yazsınlar hiç bir şekilde içindekileri tam yansıtamıyor oluşları. oysa insan nasıl da yansıttığını sanıp panik içerisinde çırpınıyor, eyvah herkes artık her şeyimi biliyor diye. işte bu durumdayken bu çırpınmaya son veren yeniden O çünkü ellerimin yazamayacağı ve çizemeyeceği bazı şeyleri gözlerimin anlattığını çok iyi biliyor, kendi düşüncelerimi bile bilemezken aklımdan nelerin geçtiğini tahmin ediyor(2).

peki bu bilmemezlikten önce neler vardı diye düşünüyorum. niye yazıyorum, kime yazıyorum, okunuyorsa kim okuyor, kim okumuyor gibi soruları çok geç sormaya başladım. sebebiyse aslında cevaplarını bilmediğim soruları kendime hiç sormayıp gerçeği öğrenmeme ve öğrenmeye hiç meraklı olmama durumum. Hani zaman zaman cahillik en büyük mutluluktur ya, mesela dünya üzerinde gerçekleri hiç öğrenmeseniz en mutlu insan olabilirsiniz, işte öyle bir durumdayken O, okuyup da değer vermenin ne demek olduğunu ilk kez gösterdi(3). tek sorunsa gerçekleri yavaş yavaş öğrendiğim için hala mutluydum, gerçek anlamda okuduğunu düşündüğüm insan beni daha da mutlu etmişti. Ardından hiç olmayacak bir zamanda, 'şu an ağlamamalısın' cümlesinin söylenmemesi gerektiği bir anda, o damlayı gözümde kısa süreli de olsa tutmamı sağladı. Emin değildim gözlerimin içini okuyabildiğinden o zamanlar, söylediklerine ben bile inanmıyor, ona hak vermiyordum. 'sen hala seviyorsun değil mi' dediğinde, sadece özlüyorum diyordum. Oysa her şeyden çok özlediğim şey yalnızlığımdı, çok uzun bir süredir ihmal ettiğimdi, yüzüne bakmaya cesaretim olmayandı. Aşık olduğum ama o gidince de en çok hissettiğimin yalnızlık olduğu yalnızlıktı bu, anlam karmaşasıydı(4). çünkü insan ne düşünürse onları yansıtıyor gözlerinden ve karşısındakinin yansıyandan payını almaması gibi bir şansı hiç ama hiç olmadı.

sonra saatlerce 'aşk'ı dinledim ondan, neler yaptığını, neler yaptırdığını. anlattı yine tavsiyeler verdi, yazdığı rahatlığıyla anlatıyordu fakat karşımda oluşunun en büyük güzelliği ağzından çok gözlerinin de anlatıyor oluşuydu. ne kadar sevdiğini, uğruna neler yaptığını bir bir anlattı gözleri; içindeki sevinçleri, fedakarlıkları, yolları, yolculukları, bazen de küskünlükleri. Sadece sevgiliye değil; hayata, anneye, yazmaya, okumaya olan her türlü 'aşk'ı dinledim ondan, bazen 'aşk' altında anlatmadı belki ama hepsinde sonsuza giden (5) bir şeylerin (6) varlığı yetiyordu bunu anlamaya.

yavaş yavaş ne kadar da benden, bizden olduğunu anlamaya başladığımda, O'na dair daha çok şey öğrenmek için yazılarını okumaya başladım, geç olduğunu bile bile. okudukça gözlerimin içi parladı, daha çok öğrendim yaşamaya, hayata, sevmeye ne kadar bağlı olduğunu. en basit örneği bir kupayı nasıl sevdiğiydi, ona nasıl anlam yüklediğiydi. O çok sevdiği kupasının kırılışını (7) bile görmezken ben sevdiğimi bile düşünmediğim, iyi anılardan edinmediğim bir kupanın kırılışına şahit olmuştum. gözlerimin önünde parçalanan ise o kupa değil bendim, iyi anılarım, en sevdiğim, en değer verdiğim, hayallerine en çok inandığımdı kırılan. bana dakikalarca gelen zaman diliminde sadece kırıklara baktım, nasıl dikkat etmediğimi düşündüm. en güzel kahvelerin onun içinde içildiğini, en güzel çayların onun içinde acıdığını (8) bile bile dikkat etmedim, gözüm gibi bakmadım, bakamadım o kupaya.

okudukça, anladıkça ve ben yazdıkça O ayna tuttu cevap verdi yazdıklarıma. su ve hava ilişkisi içinde bir insan için neler yapılabilir diye düşünürken balıkların son anlarını yazmaya kalkıştım(9) ve hemen ardından O en güzel niteliği kazandırdı bana; cevap (10). hala sorulması gereken ise asıl korkutucu olanın su mu hava mı oluşu (11).

ve tüm bunların sonunda asıl gelmek istediğim noktaya varabildim mi bilmiyorum, bildiğim şu ana kadar sıradan olmayan tek yazı oluşu.

geç de olsa doğum günün kutlu olsun hayallerini geniş tutan turuncu adam.

Nilden-13.04.2010

devam > filmfestivali

ne kadar da uzun bir ara oldu değil mi? neyse ki bloga yazı yazma günü değişikliği olarak salı günü yazıyor olmaya sevindim birden!

istanbul film festivali ile ilgili aklımda olanları yazıcam kaç gündür, hevesim mi kaçtı(?) nedir, yazıp yazıp siliyorum ya da taslaklara kaydediyorum. artık bugün city's de izlemeye çalıştığım filmden sonra sabrım taştı! bunu da yazmadan hevesimi kaybedersem olmaz dedim veeee.

bugün(pazartesi akşamına tekabül ediyor) 21.30 seansına Kontrol Limitleri diye bir filmim vardı, yazdığım üzere City's de. İşin garip yani bileti alırken sabah 8.30-17.30 derslerimi ve ardında beni bekleyen fransızca dersini göz önünde bulundurdum. nolucak yahu olmadı uyurum dedim(?!) ve uyudum evet.

bir kere bileti alırken kafam mı güzeldi acaba sorusunu 21.00 sularında fransızcadan çıkınca kendime bir sordum(nolucak yahu). bir koşu nişantaşına gidip öncelik sinemayı buldum. girişinde tepemde uçan kocaman ekranlar bulmak her ne kadar şaşırtıcı olmasa da (istanbul-nişantaşı şartları), içerisinin ne kadar garip olduğundan bahsetmeden geçmiyorum!
kendimi tuvalete atmam ile de şu ufacık detayı paylaşmadan geçmemeliyim dedim!

bu saçma detaydan sonra en önde olan yerimi kör olma olasılığımı da göz önünde bulundurarak değiştirmeyip bir de üzerine tam ortalamak adına yan koltuğa geçtim. şimdi ben hiç önden izlemeyince önün kötü olduğunu savunamam edasıyla inat ettim de denilebilir.

başlarda kendimi "the incredible shrinking man" filmindeki küçülen adam gibi hissetip insanlara canavar gözüyle baktığımı itiraf edebilirim. insanların yüzleri, binalar, köprüler, arabalar o kadar büyük ve korkunçtular ki. bir de başrol oyuncusu kapkara bir adam olunca (isaach de bankole)...

filme gelirsek, gitmeden önce biraz bakmaya çalıştığım kadarıyla aslında amerikalı bağımsız bir yönetmene ait; Jim Jarmusch. yazılıp çizilenler iyi gözüküyor, filmden de aslında onunla ilgili bir şeyler koparıp diğer filmlerini izleme isteğiyle çıkmak istiyordum. öyle de oldu diyelim.
filme dair garip takıntılar vardı, yan rollerin sürekli aynı cümleyle konuşmaya başlaması, tekrar eden replikler, başrolün yarım yamalak ispanyolcayla dös esspresso sepırıt kaps diyişi, gözlerini bile kırpmayışı, "hayal gücümü kullandım" bitişi. sağlam kafayla adamın diğer filmleriyle izlenirse mutlaka bir şeyler çıkacağını düşünüyorum.

gelelim uyuduğum kısma, uyurken bileti alırken düşündüklerimi düşünmedim değil. "olmadı uyurum" sözlerim gözlerimi açık tutmaya çalışırken beni o kadar rahatlattı ki, gözlerim aniden kapanıverdi! o evreyi atlattıktan sonra başka dertlere büründü beynim, film izleyerek uyumayı dünyanın en keyifli aktivitesi haline getirirken acaba orada uyuduktan ve uyandıktan sonra kendime gelebilir miydim? mesela koltuklara kıvrılsam uyusam sabaha kadar? ama film de hiç bitmese? biter de herkes giderse oraya ait olmadığımı hissedip panik içinde uyanırım çünkü. ya da misafirliğe gidilince küçük çocuklar bir köşede uyuyakalır ya, sonra kucakta taşınır bir güzel yatağına getirilir, işte öyle bir şey olsa hiç uyanmadan direk yatağa terfi etsem? uykuya dalma arifesinde bunları düşünürken neyse ki hiç kucakta taşınmadığımı hatırladım, genelde zorla uyandırılıp yürü kızım yatağında uyursun taktikleriyle büyüdüğüm için o evreyi de çok çabuk atlatıp fütürsuzca ayaklarımı uzata uzata uyudum. demek ki neymiş, çocuğu o kadar rahatına düşkün yetiştirmemek lazımmış.

sonrasında beni maslağa kadar getireceğine umduğum metro için içimde sevgi baloncukları yaratmayı düşünürken hiç aktarmasız olan yolu 3 aktarmaya geldim ve o sevgi baloncuklarından geriye lanet olsunlar kaldı. 3 aktarma ne demek ya? biri mecidiyeköyde, biri de sanayi de. aktarma dediysem de inip diğer perondaki araca binmek ha, 8 duraklık bi metro hattını bi yoluna koyamadılar diye bağırasım var.

+he ayrıca artık mimarlara tabureye tüneyen baykuş muamelesi yapılmasın istiyorum, yaşlılara döndüm beliim beliiim diye geziyorum, müstahak mı bu bize? 9 saat taburenin üzerinde geçmiyor!
+üstteki istek 'savaşlar bitsin, dünya barış içinde yaşasın' gibi bir istek oldu, geri alıyorum ama silmiyorum. çünkü umursamazlığım mikrofona konuşan miss world güzeli kadar değil.

+bir de şunlardan da olsa ya;
oturacak bir arkalıklı sandalye bulamazken sleep-box kadar büyük bir hayali beynim kabul etmiyor, taşkışla nasıl kabul etsin?

+önceki filmlerim; şişme bebek(Kûki ningyô), koy(the cove) ve gözleri tamamen açık (einaym pkuhot). şişme bebek çok güzel ayrıntıları olan duygusal bir japon filmiydi, koy ise japonya da yunus katliamını anlatan ve şuana kadar izlediğim açık ara en iyi belgeseldi (amerikan yapımı olması ayrı bir konu ve herşeyi çok güzel empoze etme yeteneklerinden japonlara doğru gelişen antipatimi ne yapıcam onu bilmiyorum), gözleri tamamen açık da bir aşk(ya da tutku) filmine göre oldukça durağan( belki de israil yapımı ve 2 erkeği anlatıyor olmasından da kaynaklanıyor olabilir) ve oldukça kötü bir izleyici kitlesine sahip bir filmdi.

+bu kadar DAR zamana 8 filmi sıkıştırdığım için çok mutluyum, söyleceklerim bu kadar.
+geri kalan filmleri önce bir izleyim.
-sevgiler.

--küçüklüğün sebebi ziyareti, sevmediği halde kendini okumaya zorlayan insanlara. okuma işte ben zorlaştırıyorum senin yerine, üşen okuma olmaz mı?

11 Nisan 2010 Pazar

ara-

çünkü bu ara yazmak konusunda çok kararsız.