11 Aralık 2012 Salı

min.


bit.




*fotoşop bilmiyormuşçasına picasaya abanmak no: bilmemkaç
**picasa dram no1: helvetica YOK?!
***nilden dram no3: bitirme

9 Aralık 2012 Pazar

yağmurla karışık dağ havası


Geçen haftasonu 3 günlüğüne kaz dağlarındaydık. Ortamızdaki zat ve ailesinin orada tam bir inziva evi var, biz iki istanbul beton çocuğunu da (aslında izmir ama şehir beton olunca hepsi bir) alıp yeşile doydurmaya götürdüler. İşte arda kalan notlar...

-Edremite yarım saat uzaktayız, etrafta 2-3 minik ev, evden çok ağaç, önümüz hafif eğim ve mükemmel manzara, arkamız dağ. Havaysa sürekli yağmur modunda, kokusunda toprak var. Elektrik yok. Jenaratör var ama onu da akşamları kullanıyoruz, ısınmak için salonda kocaman bir kuzine bizi bekliyor. Üzerinde tencere, içinde su, ısıtıp ısıtıp o suyla yıkanıyoruz çünkü sıcak su da güneş enerjisine bağlı ama güneş yok.

 -İlk günden çıktığımız hafif yürüyüşte biz beton çocukları;    yosunun dokusu (nasıl böylesine sarabiliyorlar bu taşı, güney tarafta mı olur yosun kuzey tarafta mı, kuzey neresi, iphone'un pusulası var mı, ev kuzeye mı bakıyor), ağaç kabuklarının aldığı topografik şekil (bunları koparmak acaba ağaca zarar verir mi, nasıl da nemli, nasıl böylesine katman katman olabilmişler), renk renk mantar (bu mantar zehirli mi, nereden anlıyorsunuz, bu çok çekici kesin zehirli, pembe mantar mı olurmuş, elinize sürmeyin zehirli onlar!), her türlü dalın kokusu (bu dallar nasıl bu kadar güzel kokabiliyor, çam kokusu esansı buradan geliyor galiba, bu ormanda herşey güzel kokuyor, abartma bundan koku falan almıyorum ben), keçilerin bokunun pürüzsüzlüğü (çikolataya benziyor bunlar, hayır asıl siyah zeytine benziyor, hayır bildiğin içi fındık dolu çikolatalı draje, keçi bokundan inanılmaz enerji üretiliyor, hadi toplayalım yakarız, ileride çok ilerleyecek bu teknoloji), kozalakların  garip renkleri ve şekilleri (kozalaklar yazın toplanırmış, kışın kapalı olurlar çünkü. nasıl bu kadar farklı renk skalası olabilir ki), yağmurun tadı (kafayı kaldırıp, dili dışarı çıkararak yağmuru tatmaya çalışmak...), göğün sesi ( yağ yağ yağmur, böyle ince ince yağma, gönder gelsiiin, çekiinmeee, yağdıııır), keçilerle ilgilenme ( keçileri çobanları nasıl çağırırmış biliyor musunuz, ayh ayh ayh, AYH AYH HO HO, ha ha ha, sen de bize bağır alperağa etrafında toplanalım!), toprak üzerinden geçen siyah hortumlar (dağlarda ufak delikler açıyorlar, hortumlarla evlere su taşıyorlar), kestane ağacı çubukları (bunların kabukları nasıl güzel soyuluyormuş yahu, bundan çok iyi masa oluyor benim hocamın bir masası vardı, ileride çok çalışırsan senin de kestaneden bir masan olur demişti, çok dayanıklıymış bunlar) derken tabiki de yürüyüş yürüyüşlükten çıkıyor. Bu sırada hava hafif yağmurluyken, bir anda yukardaki sesimizi duyduğundan mıdır nedir dolu yağmaya başlıyor. Tanım şu: yağmurla dövülmek. Doluya karşı yürümeye çalışmak, sığınacak yer bulamamak, alperağamızın bir anda dönüp 'şimdi hepiniz kestane çubuğuna tutunun ve birlikte ilerleyelim' demesi ama bunu 2 sebepten yapamamak. 1. sebep, deli gibi gülüyoruz, daha güzeli var mı? 2. sebep, eşofmanım o kadar ıslandı ki aşağı çekiyor ve yürüyemiyorum...ve daha çok gülüyorum. Sonra ilk fotoğrafta sağda gözüken mavi dama yani keçilerin damına giriyoruz, yaklaşık 5 dakika koşturduktan, güldükten sonra. Yerler hep çikolata ya da bir diğer deyişle siyah zeytin ya da bok. Sonra da eve gidiyoruz, artık pes, ıslandık zaten donumuza kadar. (Her birimizin üzerinde litre litre su var yukarıdaki fotoğrafta)

-İkinci günün yürüyüşünün teması var, zirveye çıkmak. Benim için başka bir önemi daha var o da 2 yıldır özlemle aradığım ama hala bulamadığım paristen gelen greyfurt suyuna kavuşmak. Üstelik yanında da martini rosato var. Zirveye çıkıp greyfurt sulu martini içilecek. Sorun şu ki yukarıya çıkmaya azcık geç başlıyoruz, neyseki bir gün önceden 'beton şehirlerden sonra doğa ve orman 101' dersi geçildi, bugün daha hızlı yürüyebiliyoruz ve bir yandan da çintar mantarı arıyoruz (Bütün köylüler de erkenden gelip toplamış ha, uyanıklar, sonra hepsini pazarda bulduk). Hızla tırmanıyoruz da, sözde 1 yıldır spor yapıyorum, inanılmaz yoruldum, dayanamıyorum bir tarafa yığılıcam, Alper amca ve Gülsüm teyze o kadar kondisyonlu ve azimle ilerliyorlar ki, mümkün değil ara veremiyoruz. Neyse bir ara durduk 2 dakika, bahçede karpuz kalmış da onu aldıydık yanımıza, onu yedik. Karpuz dediysem içi yok, kabuğu ve 2 cm kırmızı yeri var. Aralıkta karpuz mu olurmuş demeyin, yazın yediğim bütün karpuzları döverdi lezzetiyle o kadar.

ve Zirve! Yukarıda bir orman gözetleme kulesi var, onun da üzerine çıkıyoruz, manzara mükemmel. (Havanın azcık kararmış olduğu gözlerden kaçmasın, zaten 3 suları yola çıktık, 1.5-2 saatte tırmandık diyelim.)


Sağdaki de Nilden'in Joker greyfurt suyuyla buluştuğu an. Bunsuz geçen 2 yılıma nalet olsun, bunu fransa'dan getiren her zat'a da Nilden kul köle olsun!

Dönüşümüz önceleri, haydi ne kadar hızlı inersek o kadar az karanlığa kalırızla başladı, el fenerini yakmayalım ki gözümüz ışığa alışmasın, buralarda ne kadar sık ağaçlar varmış, ışık da iyice gitti, çişim geldi, çok eğimli burası, biiiiz çoook önemliyiiiz, düşeyazarsanız popoyu koyun yere, esprileri aşağıda yapabilir miyiz düşeceğim gülmekten, hadi herkes olduğu yerde çişini yapsın, ilerisini görüyor musunuz, ses veer, nildeeen, hasibee, nesriiin, gülsüüüm, nesrin geliyon mu arkadan, biiiz çoook önemliyiiiz, burası uçurum ordan değil burdan gidelim, çok uzaktan çıkıcaz galiba, yol nerede, burayı takip edelim, ya yağmur şiddetlenirse, biiiz çook önemliyiiiizz, oy fena kayıyor burası, gerizekalı olduğum için telefondan fener aplikasyonunu silmişim, gözüm flaştan kör olacak şimdi, başka telefon var mı ile de devam etti. Zifiri karanlıkta ve inanılmaz yorgunlukla da sonlandı. Evde sıcak duş ve kuzine üzeri kestane bizi bekliyor, günün ödülü.

Döneceğimizin günün sabahı, pazartesi oluyor, erken kalkıp, hava iyi olursa güneşin doğuşunu izlemeye karar verdik. 3 günlük kaz dağları yolculuğunun tek güneş anı işte o sabahtı, kendisiyle selamlaştık, sporumuzu yaptık ve sonra kendisini uğurladık yerine yağmuru aldık. Bir de ufak gökkuşağı. (kahve içerken geri geldi güneş; bakınız daha önceki yazılardan, türk kahvesi içerken güneşin altında mest olan blog yazarı. Bildiğin isteyince oluyor, seviliyor da olabilirim.)



                                      Aşağıdakiler de 'doğayı görünce biz' serisinden.


Günün geri kalan kısmında da, güzel bir su kaynağından su doldurmaca, pazara gidip kilosu bi liradan mandalina almaca, çintar için köylülerle pazarlık yapmaca, edremitin kocaman zeytincilerinden birine uğramaca ve bu zeytincide tadımlık diye abartıp 30 tane zeytin yemece, sonra da üzüle üzüle, hava niye biz gidince açıyor diye söyle söylene bursaya doğru yol aldık. 

O kadar eğlendim, o kadar dinlendim ki, insanın sabah yüzünü yıkarken aynı zamanda o suyu kana kana içebilmesi, rakısını o buz gibi akan çeşme suyuyla inceltebilmesi, sobadan gelen çıtırtı ve üzerinde kaynayan suyun fokurtusuyla uykuya dalabilmesi gibi yaşanan anılarla birlikte (okurken kıskandım arkadaş bu nasıl yaşam böh böh bööh); muhabbeti dopdolu, marifetli, eğlenceli ve arkadaş canlısı ebeveynimsiler ve öteki 2 can ile geçirilen tüm diyaloglar, hepsi harikaydı. Öte yandan 3 gün dopdolu iç özlem duygusuyla geçmedi değil, hatta bir ara o özlem duygusu 5 yılın manevi yüküyle birleşti, duygusallıktan az daha yığılıp kalıyordum ki, gülsüm teyzenin esprileriyle kendime geldim. 

Hikaye burada bitiyor, sonrası elektriksiz kent ölçeğinden şehir ışıkları ölçeğine gelmek. Saç kurutma makinasını bile çalıştırıp çalıştırmama arasında kalırken, koca koca sokak lambaları arasında kendini tam şehrin ortasında bulmak çok çirkin. 

Bu aşağıdaki şapşal romantik albüm kapağımsı fotoğraf da su doldurmak için durduğumuz yerden, ben picasa denilen programı yeni yüklediğim için, fotoğraflara saçma efektler basıp duruyorum. Bu sırada kendi makinamı götürmediğim için bütün fotoğraflar nesrin'den, çok azını ben çektim. 


Son olarak karar verildi ki insan Ege'de yaşlanmalı. Bir kere zeytin var, iki zeytinyağı var, havası dengeli, sıcağı ve soğuğu yerinde, denizi var mükemmel hem de. E herşeyi geçtim, zeytin var, yeşil zeytin, söylemiş miydim? 

Buralardan gitmiş isem başıma bir zeytin ağacı istiyorum, yeşil zeytin. 
Bitti güzelim dağ havası.

olmayan kelimeler

Bu aralar üzüldüğüm bir konu var, aslında son 10 dakikadır üzülüyorum ama ne yaptıysam üzüntümü geçiremedim. Metisin 2012 ajandasına bu yıl yeteri kadar ilgi gösteremedim ve ne yazık ki yapraklarının bir çoğu boş. Aslında benim için ajanda 'dur hangi günüm boşmuş, seni de şuraya ekliyorum şekerim' gibisinden gündelik, herkesin bildiği aktivitelerin planlanması için kullanılan bir araç değil; bir nevi, hangi olay hangi gün yaşanmış ve bu olaya dair sayfada bir iki söz var mıdır, gizli saklı iki kelime güne sıkıştırılmış mıdır gibi sorulara cevap veren nesnedir. Sonrasında açıp okumak, yaşanılan günlerin öznelerini hatırlamaya çalışmak ve ne hissettiğimi ufacık kelimelerle anlamaya çalışmak tadından yenmez bir eğlence oluyor benim için.

Neyse, son 10 dakikadır da doldurmaya çalışıyorum ama nafile. Öte yandan bu senenin konusu o kadar güzeldi ki, ilk aylarda neredeyse yanımda kitap gibi taşıyıp okuyor, çok ilerlememeye özen gösteriyor, sonrasında da okuyacak sayfalar bırakmaya uğraşıyordum. Ne olduysan ondan sonra oldu zaten. Bu ilgisizliğim yüzünden, üzüntümü birazcık hafifletmesi adına, 'olmayan kelimeler' den çok beğendiğim kelimeleri yazacağım buraya. Kalsınlar, ileride okurum diye.




>> Börek bitti, çok açım ve denizin kalabalık bir lügatı olduğuna, ona bakarsam, onunla konuşursam çoğalacağıma, balık adlarına benzeyen yepyeni kelimeler edineceğime inanırım. Lüfür mesela, 'hafif küfür' demek için güzel bir kelime değil mi? Çok canlı büyük kitleleri anlatmak için vardayla desek mesela? Kötü, bayat esprilere, şöyle homurdanır gibi, aşağılar bir tonla, homsi desek fena olmaz mı? Çok başarısız düşünceler bunlar, öyle değil mi götlek tefaller? (Murat Uyurkulak, Tol)

>> sensemek ben'in sen'i özlemesi, canının çekmesi.
Görmeyelden yüzünü ben ki nigarım, sensedim...
Ah u zar ile geçer bu rüzgarım, sensedim...
(Hümani, 15. yy)

>> Biraz ekonomi yapsak:
dakşam dün akşam, yakşam yarın akşam, döğlen dün öğlen, yöğlen yarın öğlen, dabah dün sabah, yabah yarın sabah

>> egoduvarı diplomaların, sertifikaların, ünlü kişilerle fotoğrafların asıldığı duvar, egosörfü insanların internette kendi adlarını bulmak için gezinmeleri.

>> düşanı rüyada görülen olayların anısı. Örn. Düşanılar da anılar kadar gerçek, yakıcı ve tacizkar olabiliyormuş meğer.

>> samir (farsça) geçe ay ışığında konuşan kişi.

>> Sandöviç kuşağı hem çocuklarına hem anababalarına bakmak zorunda kalan kuşak; kulüp sandöviç kuşağı çocukları ve anababalarının yanı sıra torunlarına da bakan kuşak; helikopter ebeveyn ömrünü çocuğunun etrafında dönerek geçiren ebeveyn.

>> pesometre vatandaşın pes deme noktasını ölçen alet.

>> umu-küsü ( azerice) birisinden içten içe bir şey umup, beklentinin boşa çıkması durumunda o kişiye
küsme.

>> abesoloji zihnin abesle iştigalini ve abesin zihni işgalini inceleyen bilim dalı.

>> litost Çeklerin aynı anda sempati, üzüntü, pişmanlık ve tanımlanamayan özlem anlamına gelen litost diye bir sözcükleri vardı. Milan Kundera'ya göre, litost 'açık bir akordeon kadar sınırsız bir duyguyu' ifade ediyordu; sözcüğün 'ilk hecesi uzun ve vurgulu okunduğunda terk edilmiş bir köpeğin iniltisini' andırıyordu. (Svetlana Boym, Nostaljinin Geleceği)