6 Aralık 2013 Cuma

walk around, think and write

Céline: Merci. Have you ever spent some time in Eastern Europe?
Jesse: Eastern? No, no...
Céline: No? I, uh, remember as a teenager I went to Warsaw, when it was still a strict communist regime. Which I don't approve of at all.
Jesse: (Sarcastically.) Oh yeah, sure you don't...
Céline: No, I don’t.
Jesse: No, I'm just kidding!
Céline: But, anyway, something about being there was very interesting, I found. After a couple of weeks, something changed in me. The city was quite gloomy and gray and...but, after a while, my brain seemed clearer. I was writing a lot more in my journal, ideas I had never thought of before.
Jesse: Communist ideas?
Céline: Listen, I'm not...
Jesse: I'm sorry, I can't...Go on!
Céline: I'll send you to a Gulag! No...but it took me a while to figure out why it felt, you know, so different. And then, one day, as I was walking through the Jewish cemetery, I don't know why, but it occurred to me there, I realized that I had spent the last 2 weeks away from most of my habits. TV was in a language I didn't understand. There was nothing to buy, no advertisements anywhere. So, all I've been doing was...walk around, think, and write. My brain felt like it was at rest, free from the consuming frenzy. And I have to say, it was almost like a natural high. I felt so peaceful inside, no...strange urge to be somewhere else, to shop...Maybe it could have seemed like boredom at first, but it quickly became very, very soulful. It's interesting, you know?

*before sunset
**bulunca gidilecek yerler arasında, aklımdan çıkmıyor, filmi izleyeli kaç gün oldu, düşüne düşüne yaşadığım çevreye soğuyorum

23 Mart 2013 Cumartesi

Paris'in küçük süslü kardeşi



-Gerçekten çok süslü. Prag'tan bahsediyorum. Aslında bence başlık tam olarak uygun. Ayrıca sanki birileri o binaları 50 yıl önce yapmış da, bizi kandırıyor gibiler. Değil tabi. Paris'ten daha süslü olduğu gerçeği var, küçük kardeşler daima daha süslüdür.
-Küçük olduğu için inanılmaz kuru turist kalabalığı var, binalara köprülere kiliselere bakıp bakıp hayran hayran gezinen bir kitle. Azcık itici. Tarih ve görsel şehir böylesine dolu olunca müzeler ne yazık ki adam gibi değil.
-Ama gündüz her gördüğü turistten tiksinip şehri gözardı eden Nilden, gece sanırım şehrin etkisinde kaldı. Gece hakkaten güzel. Nehir bir yerde kot değiştiriyordu, o nehrin su sesi inanılmaz, özellikle gece.
-Ulusal müze kapalıydı, interaktif diye Kafka müzesine gittim ama talep ediyorum o interaktif kelimesini önünden kaldırsınlar. Ayrıca Kafka her ne kadar prag doğumlu bir çek vatandaşı olsa da anadili almanca idi, sergide ise ne yazık ki iki dil vardı biri çekçe, diğeri ingilizce. Kısa bir hayat anlatımından sonra önemli kitaplarının, sanatçıların elinden çıkmış enstalasyon yorumları vardı ki, bunlar oldukça başarılıydı. Ama Kafka ile ilişkim sevgili mektupları ve böceklerle sınırlı olduğu için bakınıp, hayal kırıklığına uğrayıp çıktım. Gregor nerede sahi?
-Eh çekler bu tür müzelere gitmeyen turistlerden para alacakları tek yerlerin kiliseler olduğunu anlayınca tüm kiliselere girişi paralı yapmışlar. Bir kale vardı ki sormayın gitsin, short trip için 125 kron ödedik, öğrenci olarak, tam 200 kron gibi bir şeydi. Kilise kilise kilise. Bir de tabi golden lane. Minik evler, bir çoğu satış yapan dükkanlar, bazılarında da eskiden yaşayanların anlatımları, içeride canlandırmalar.
-Gitmeden opera tiyatro baktım fakat gidince daha ayrıntılı bakarım diyerek ertelemiştim. Gidince de bu turistik alanda bir sürü bu şekilde tiyatro olduğunu farkettik, ama yine turist akınından hem pahalı hem de kısaydılar. Kesinlikle gitmeden ulusal operadan bilet alınmalı, büyük salonda izlenmeli.
-Pragın en güzel yanı sanırım sokakta satılan sıcak şarapları.
-Soğuk giderken yine korkuttu, fakat geçen sene şubat başı berlindeydik ve berline göre pragın havası gerçekten yumuşak kalıyor. Yine de soğuktu, kaleye çıktığımız gün gerçekten iliklerime kadar üşüdüm bunun bir sebebi de kiliselerdeki durağan soğuk hava. Sanarsın içerisi buzdolabı, hayır özel donmuş hava mı veriyorlar içeri anlamıyorum. Bu insanlar nasıl ibadet ediyor?
-Ben ebeveynlerime 'ev tuttum içi de müthiş, mutfağımız süper' deyince, onlar biraz abartmış, istanbul'dan geldi nilden, boyoz yesin nilden, börek yesin nilden diye yüklenmiş yiyecek getirmişler. İnanılır gibi değildi, hep güzel kahvaltı yaptık evde, hatta köşedeki fırından sıcak krosan bile aldım geldim, onla tulum yedim. oh mutfak kültürü karmaşası. Neyse aslında diyeceğim şu ki çek mutfağını şöyle bir denedik elbet, fakat evimizde de yemeğimizi yaptık. Deneyin çok daha ekonomik ve güzel oluyor. Biralar enfes, söylememe gerek yok(markette 11 kron yani 0.5 euro).
-Kafka demişken, KFC'de bile pop-art posterini yapıp asmışlar? Prag n'aptın?
-Milena evi de varmış da, göremedim. Ah Milena.
-Mmm şey, çek kızları güzeldir diyen elleri göreyim? Kasıtlı bıyık bırakıp o şekilde gezen kızlar var? Güzel derken?
-Biz ordayken bi gece eve dönerken ansızın önümüzdeki araç trafiği tıkandı, (ki zaten pragta galiba totalde 10 araç falan var...) baktık, konvoy geçiyor önlerinden, kim bilin bakalım, bizim başbakan... Trafiksiz şehirde bile trafik oluşturabilme beceresi.
-Kayıp bina buldum! Hasar görmüş! Saatin arkasındaki binanın duvarının bir kısmı yok, NERDE? Demekki bazı yerler savaşta hasar görmüş, hani görmemişti, kandırıldık... Fotoğrafı yok sanırım.
-Ha bu arada bu saatin her saat başı yaptığı bir şov var ,eğlenceli baya, ama saçma da öte yandan, turistik ama eğlenceli.
-Yahudi mahallesi bu şehirden değil, bu ülkeden bile olmayabilir, sıcak, içten ve havası garip bir yer. Sinagog dolu her taraf ve tabiki de her birinin girişi paralı. Vaktim olsa en çok bu mahalleyi talan ederdim.
-Prag'ta bir çok cephede ilginç insan figürleri var, yahudi mahallesinde bir cephede elinde bir şeyi atmaya hazırlanan bir kız vardı. Yapanların dertleri neymiş acaba.
-Wencesles caddesi direk Berlin? İnanılmaz çağrışım yaptı, orası da bambaşka bir yer.
-4 günde totalde iki kez ulaşım aracı kullandık, biri havalimanından şehre gelmek diğeri de şehirden havalimanına gitmek. Bunun dışında her yere yürümek... Araç tepesinden inmeyen insanlar ayaklarını hatırladı.


Şimdi gideceklere tavsiyeler için,
> praguestay.com gayet güzel, güvenilir bir site. Biz düşük sezon olduğu için merkezde tarihi bir binada uygun bir fiyata kaldık.
>prague airport transfers den de araç ayarladık, o da saatinde güzel araçları ve şöförleriyle istediğimiz gibi bıraktı bizi.
>Döviz değişikliği için en iyisi Palladium AVM nin içindeki döviz bürosu. 1 euroyu 24,5 krona çeviriyorlar.
>Turistlerin yaptığı şeyleri yapmayın. Dinlenin, bol bol yürüyün, bira için.

*Not defterimde daha sıcakkana yazmış idim, buraya biraz soğukçana geçti.
**İlk fotoğraf da Kafka'nın yaşadığı ev. Sonrasında bir sanatçı tarafından boyanmış.
***Fotoğraflar d80 ile değil de ütü makinasıyla çekilmiş gibi duruyor çünkü soğukken ben ve fotoğraf  pek olmuyor. Ama filmli makinayla da çekim yaptım, banyo ettirdikten sonra onlardan da birkaç düşer buralara.

Yahudi mahallesi'den Kafka heykeli

selam çocukluk aşkı!

Canon Sx 220 ile çekildi, makine şahane bu arada.

Yahudi Mahallesi

Kafka Müzesi girişi


31 Ocak 2013 Perşembe

back 2 life




MİMARLIK BİTTİ!

Takribi 7x4 saatlik uykuyla sürdürdüğüm bitirme son son son savunma jurisi safsatasını, 7x12 saatlik uykuyla tamamladım. Bugün tam olarak bitmiş oluyor, okul benden ben okuldan bir süreliğine kurtulduk. Öğrencilik hayatından apar topar, yangından mal kaçırırcasına kaçıyorum. Öyle kaçıyorum ki, önce çek topraklarında, sonra italya topraklarında kaçışıma devam edip bir ay sonra da geri döneceğim. Bir ay dediğim 20 gün aslında, abartmayı sevdiğimden ve şubat da 28 gün süreceğinden, tekrar uyanış ve istanbulla buluşma takribi bir ay sonrayı bulacak. Sonra iş, düzen, spor, iş, spor, iş, spor, allahım çok sıkıcı bu hayat, iş, spor, iş ,spor, allahım öğrencilik nolur öğrencilik diye devam edeceğim. Amaa dahaa çoook var, hepsine.

ahoj mahoj sevgili çekler, ciao miao sevgili italyanlar. görüşürüz istanbullular.

Sensiz gidiyorum ya, bilmiyorsun burnumun direği sızlayacak. Karşılıklı burun sızısı çekeceğiz. Affet.

5 Ocak 2013 Cumartesi

çok koyu, kapkara içi

'

two pianos

Belki benim ikiz empatim, belki onların muhteşemliği, her iki durum için de mükemmeller.


Francis Poulenc, Concerto for Two Pianos, New Year's Concert 2007, Zurich Chamber Orchestra, Muhai Tang, Tonhalle
from Ayca Apak Tonge on Vimeo.


4 Ocak 2013 Cuma

Monet ciğim

Bitmeden atlı köşke bir uğradık, monet ciğimin fırça darbelerini gördük. Sergi fena değildi, zaten 2 güne bitiyor giden gitti kalan kaldı. Ama söyleyecekler yok sanılmasın.

Az eser getirilmiş, zaten sözlükte de yazıyordu biz beklentiyi düşük tuttuk ama bence yine de yeterliydi. Teması Monet'in bahçesi idi, son döneminde Giverny de aldığı bahçeli bir evde yaptığı tablolar vardı genellikle. O döneminde sonu, Monet'in göz ameliyatları geçirdiği ve neredeyse bir dönem görmeden resim yaptığı zamana denk geliyor. Sonra gözleri düzeliyor ve yaptığı bir çok resmi de yok ediyor. Sadece 1-2 serisini saklamış o son görüşünün kayıp olduğu dönemden. Arkadaş adam bile kabul etmiş yani kötü olduklarını, sen kalkıp tutmuş o seriyi getirmişsin Türkiye'ye. Belki bu sebepten belki başka sebepten çok az beğendiğim tablo oldu zaten o da benim zevkim tabi. Ama tema bahçe olunca, nilüferler, salkımsöğütler, köprü gibi şeyler görüyoruz resimlerde. Sonra hani bu müzelerin güzel satış ürünlerinin olduğu dükkanları olur ya, iyi şeyler oluyor yani ben çok kötüsüne denk gelmedim, işte sergi bitince bu dükkana geliyoruz, kartpostal diye adamın son dönem görüşünün değiştiği, nesnelerin belirsizleştiği, resimlerini basmışlar. Hadi en azından bunu yaptın, en azından monet eseri bunlar, peki niye dükkanda nilüfer peluşları var idi? Niye nilüfer fotoğrafı baskılı bardaklar, tabaklar var idi? Biz şimdi içeride monet nin resmettiği nilüfer resimlerini görünce nilüfer peluşları mı almak isteyeceğiz? Kim akıl ettiyse gitsin kendini bir yerden atsın bir zahmet. 

Gitmişken köşke tekrar girdik, Sanal gerçeklik diye bir uygulama geliştirip ipadlere yüklemişler, onlardan tutuşturdular elimize, barkodları okutup minyatür eserlerin 3 boyutlu hallerini izledik, nalet olsun teknoloji sana ne kadar güzel bir şey olmuş onlar öyle bilinmez, içimdeki ipad aşkı bitmez.

Ha bir de Paris'teyken sergilere gitmeden defterime not alır, sandiviçimi hazırlar öyle yola çıkardım. Bu sefer bunu ikiye böldük, deftere notu ben aldım, sandiviçleri karoten hazırladı. Hem müzeci hem iyi bir piknikçi çıktı iyi mi, başka ne ister insan.

Ek not olarak da 'Paha Biçilemez İstanbul' a üye olup sergiye ücretsiz gidilebiliyor, biz öyle yaptık. Hatta bir de restoranında şarap ikramı da veriyorlardı ama pis restoranda bi davet olduğu için bizi reddetti. O kadar da heves ettiydik, neyse. Sitede güzel fırsatlar var, mastercardınızı olması yeter. 

Ek not iki olarak Monet Seine nehrine atlayıp intihar etmeyi denemiş ya, akıllara midnight in paristeki zelda fitzgerald ın intiharını getirdi. Bohem şehrin bohem insanlarına selam olsun.

3 Ocak 2013 Perşembe

iki sıfır bir üç


Buyrunuz 2013 kartları. Bu sefer izmir kısmını elden dağıttım. 2 çeşit oldular, çünkü önce sağ taraftaki kolajlı kartı yapıp, 'bu fazla kişisel oldu, inceleyenler ne çıkarım yapacak' atarına girdikten sonra sol taraftaki klasik 7 fil uğur temalı, tuval kağıdı üzerine renkli sticker yapıştırmalı kartları yapmış bulundum. Sağdakinden oldukça az var, kişisel karta 'kişisel anılar' kaldı. 
40 adet [20 a3 tuvale baskı, 6 a4 sticker baskı] üretilmiş oldu, bir kısmı da hala yollarda.


Mutlu yıllar!

Koçtaş 2012 Mutfak Tasarımı





Bir mutfağı ne kadar bozabiliriz dedik, çok denedik, daha ne kadar bozulabilir dedik, bizim mutfak bozdu, çok bozdu, önünü alamadık. Öyle önünü alamadık ki, koçtaş gelip 2. ödülü verdi.

Nesrin Kırmacı ile birlikte tasarlandı. Buyrun rapor. 

RAPOR:
SOS.Mutfak tasarımı, günümüzde kullanılan mevcut mutfaklardaki ‘erişilebilirlik’ sorunu üzerinden yola çıkılarak planlanmıştır. Günümüz mutfaklarının yüksek raf sorunu, ağır kütleleri ve kısa süreli değişime kapalı olmaları tasarımı yol gösteren diğer etmenlerdir. Yaşam alanı içerisindeki mutfak kullanıcılarının ( kısa boylu insanlar, engelliler, yaşlılar, çocuklar) karşılaştıkları ‘erişilebilirlik’ problemleri, kısa vadeli geçici eklemli tasarımlarla çözülmeye çalışılıyor olduğu gözlemlenmiş ve bu problemlerin en başından ele alınarak kullanıcı-gereksinim-tasarım methoduna uygun olmadığı farkedilmiştir. Bu sebeple ‘erişilebilirlik’ problemine, geleneksel mutfak öğeleri ve mobilyaları baştan düşünülerek çözüm üretilmeye çalışılmıştır.
SOS.Mutfak, öncelikle yaşam alanı ve mutfak arasındaki ortak eylemlere göre hacimleri gruplandırmıştır. Bu gruplandırma mutfağın teknik alanlarının (pişirme, yıkama) toplandığı teknik alan, mutfak ve yaşama alanı ortak depolama alanlarının olduğu depolama alanı ve ortak yemek alanı olarak 3e ayrılmıştır.
Teknik alan, yaşam alanı ve mutfak arasındaki eylemlerin ayrışmaması adına 2 hacim arasında ortak bir noktaya konumlandırılmıştır. (Yaşam alanında oturan misafirle kahveyi yaparken sohbete devam edebilmek, bebeğe göz kulak olurken yemek yapabilmek vs..)
Depolama alanı, iki hacimdeki tüm ürünleri depolayacağı gibi, ‘erişilebilirlik’ sorununa en önemli çözümü getirecek alandır. Soruna mevcut mutfaklardaki depolama araçlarının hafifletilmesi, küçültülmesi ve hareketli hale getirilmesiyle yaklaşmıştır. Bu sayede, 40x40x40 cm lik modüllerde saklanan mutfak ürünleri, hareketli hale geldiği için, ulaşılması kolay ve az kullanılan malzemelerin daha uzak raflarda muhafaza edilebileceği bir yere dönüşmüştür. Örneğin misafir yemek takımlarınız, bu depolama alanının tavana en yakın bölümünde saklanabilir ve nadiren kullanılmak istediğinde mekanik sistem ile yakın bir noktaya çağrılarak alınabilir. Bu hareketli sistem için, depolama duvarında bir hareket aksı belirlenmiş ve bu aks boş kalacak şekilde geri kalan her nokta kullanıma açılmıştır. Ayrıca, modüllerin hareket edebileceği ray sistemi duvarda içe gömük boşluklar yaratılarak döşenmiştir. Modüller, önce çelik taşıyıcılara monte edilecek ve çelik taşıyıcıları sayesinde ray sistemi içerisinde hareket edebileceklerdir. Belirlenen bu sistem, 40x40x40 cm lik modüllerin farklılaşmasına da olanak sağlamıştır. Buradaki mutfak tasarımı örneğinde, bu modüllerin ahşap, metal, perfore metal, plastik kullanımları önerilmiştir. Bunlarında dışında, kişiler kendi modüllerini de üretip kullanabileceklerdir. Aynı zamanda mevcut mutfaklardaki ‘buzdolabı’ olarak kullanılan araç, bu depolama duvarında ‘soğuk depolama alanı’ olarak, teknolojinin de getirdiği yeniliklerle mevcut dış sınırlarından kurtarılarak sabit çekmece modülleri olarak kullanımı önerilmiştir. Yemek alanı ise, yaşam alanı ve mutfağın kullanımında tek bir birim olarak teknik birime hareketli olarak takılmış, gerektiği zaman büyüyebilen, gerektiği zaman tezgah olabilen ve tamamen ayrılabilen bir masa olarak tasarlanmıştır.
SOS.Mutfak’taki ‘erişilebilirlik’ sorununa önerilen hareketli modüllerin oluşturduğu depolama alanı, yaşam alanı içerisindeki diğer depolama alanlarına da adapte edilebilmektedir. Örneğin, kıyafet depolama alanı olarak kullanıldığında, kışlık malzemelerin, kullanılmadığı zamanlarda ulaşımı zor alanlarda, kullanıldığı zamanlarda hareket ettirilerek ulaşımı kolay alanlara getirilmesi gibi. Bir diğer depolama birimi olarak kitaplıkların da bu sistemden yararlanması söz konusudur. Kaynak kitapların sürekli ulaşıma açık alanlarda, okunmuş kitapların ulaşımı daha zor, istendiğinde çağırılabilen alanlarda depolanması gibi.

11 Aralık 2012 Salı

min.


bit.




*fotoşop bilmiyormuşçasına picasaya abanmak no: bilmemkaç
**picasa dram no1: helvetica YOK?!
***nilden dram no3: bitirme

9 Aralık 2012 Pazar

yağmurla karışık dağ havası


Geçen haftasonu 3 günlüğüne kaz dağlarındaydık. Ortamızdaki zat ve ailesinin orada tam bir inziva evi var, biz iki istanbul beton çocuğunu da (aslında izmir ama şehir beton olunca hepsi bir) alıp yeşile doydurmaya götürdüler. İşte arda kalan notlar...

-Edremite yarım saat uzaktayız, etrafta 2-3 minik ev, evden çok ağaç, önümüz hafif eğim ve mükemmel manzara, arkamız dağ. Havaysa sürekli yağmur modunda, kokusunda toprak var. Elektrik yok. Jenaratör var ama onu da akşamları kullanıyoruz, ısınmak için salonda kocaman bir kuzine bizi bekliyor. Üzerinde tencere, içinde su, ısıtıp ısıtıp o suyla yıkanıyoruz çünkü sıcak su da güneş enerjisine bağlı ama güneş yok.

 -İlk günden çıktığımız hafif yürüyüşte biz beton çocukları;    yosunun dokusu (nasıl böylesine sarabiliyorlar bu taşı, güney tarafta mı olur yosun kuzey tarafta mı, kuzey neresi, iphone'un pusulası var mı, ev kuzeye mı bakıyor), ağaç kabuklarının aldığı topografik şekil (bunları koparmak acaba ağaca zarar verir mi, nasıl da nemli, nasıl böylesine katman katman olabilmişler), renk renk mantar (bu mantar zehirli mi, nereden anlıyorsunuz, bu çok çekici kesin zehirli, pembe mantar mı olurmuş, elinize sürmeyin zehirli onlar!), her türlü dalın kokusu (bu dallar nasıl bu kadar güzel kokabiliyor, çam kokusu esansı buradan geliyor galiba, bu ormanda herşey güzel kokuyor, abartma bundan koku falan almıyorum ben), keçilerin bokunun pürüzsüzlüğü (çikolataya benziyor bunlar, hayır asıl siyah zeytine benziyor, hayır bildiğin içi fındık dolu çikolatalı draje, keçi bokundan inanılmaz enerji üretiliyor, hadi toplayalım yakarız, ileride çok ilerleyecek bu teknoloji), kozalakların  garip renkleri ve şekilleri (kozalaklar yazın toplanırmış, kışın kapalı olurlar çünkü. nasıl bu kadar farklı renk skalası olabilir ki), yağmurun tadı (kafayı kaldırıp, dili dışarı çıkararak yağmuru tatmaya çalışmak...), göğün sesi ( yağ yağ yağmur, böyle ince ince yağma, gönder gelsiiin, çekiinmeee, yağdıııır), keçilerle ilgilenme ( keçileri çobanları nasıl çağırırmış biliyor musunuz, ayh ayh ayh, AYH AYH HO HO, ha ha ha, sen de bize bağır alperağa etrafında toplanalım!), toprak üzerinden geçen siyah hortumlar (dağlarda ufak delikler açıyorlar, hortumlarla evlere su taşıyorlar), kestane ağacı çubukları (bunların kabukları nasıl güzel soyuluyormuş yahu, bundan çok iyi masa oluyor benim hocamın bir masası vardı, ileride çok çalışırsan senin de kestaneden bir masan olur demişti, çok dayanıklıymış bunlar) derken tabiki de yürüyüş yürüyüşlükten çıkıyor. Bu sırada hava hafif yağmurluyken, bir anda yukardaki sesimizi duyduğundan mıdır nedir dolu yağmaya başlıyor. Tanım şu: yağmurla dövülmek. Doluya karşı yürümeye çalışmak, sığınacak yer bulamamak, alperağamızın bir anda dönüp 'şimdi hepiniz kestane çubuğuna tutunun ve birlikte ilerleyelim' demesi ama bunu 2 sebepten yapamamak. 1. sebep, deli gibi gülüyoruz, daha güzeli var mı? 2. sebep, eşofmanım o kadar ıslandı ki aşağı çekiyor ve yürüyemiyorum...ve daha çok gülüyorum. Sonra ilk fotoğrafta sağda gözüken mavi dama yani keçilerin damına giriyoruz, yaklaşık 5 dakika koşturduktan, güldükten sonra. Yerler hep çikolata ya da bir diğer deyişle siyah zeytin ya da bok. Sonra da eve gidiyoruz, artık pes, ıslandık zaten donumuza kadar. (Her birimizin üzerinde litre litre su var yukarıdaki fotoğrafta)

-İkinci günün yürüyüşünün teması var, zirveye çıkmak. Benim için başka bir önemi daha var o da 2 yıldır özlemle aradığım ama hala bulamadığım paristen gelen greyfurt suyuna kavuşmak. Üstelik yanında da martini rosato var. Zirveye çıkıp greyfurt sulu martini içilecek. Sorun şu ki yukarıya çıkmaya azcık geç başlıyoruz, neyseki bir gün önceden 'beton şehirlerden sonra doğa ve orman 101' dersi geçildi, bugün daha hızlı yürüyebiliyoruz ve bir yandan da çintar mantarı arıyoruz (Bütün köylüler de erkenden gelip toplamış ha, uyanıklar, sonra hepsini pazarda bulduk). Hızla tırmanıyoruz da, sözde 1 yıldır spor yapıyorum, inanılmaz yoruldum, dayanamıyorum bir tarafa yığılıcam, Alper amca ve Gülsüm teyze o kadar kondisyonlu ve azimle ilerliyorlar ki, mümkün değil ara veremiyoruz. Neyse bir ara durduk 2 dakika, bahçede karpuz kalmış da onu aldıydık yanımıza, onu yedik. Karpuz dediysem içi yok, kabuğu ve 2 cm kırmızı yeri var. Aralıkta karpuz mu olurmuş demeyin, yazın yediğim bütün karpuzları döverdi lezzetiyle o kadar.

ve Zirve! Yukarıda bir orman gözetleme kulesi var, onun da üzerine çıkıyoruz, manzara mükemmel. (Havanın azcık kararmış olduğu gözlerden kaçmasın, zaten 3 suları yola çıktık, 1.5-2 saatte tırmandık diyelim.)


Sağdaki de Nilden'in Joker greyfurt suyuyla buluştuğu an. Bunsuz geçen 2 yılıma nalet olsun, bunu fransa'dan getiren her zat'a da Nilden kul köle olsun!

Dönüşümüz önceleri, haydi ne kadar hızlı inersek o kadar az karanlığa kalırızla başladı, el fenerini yakmayalım ki gözümüz ışığa alışmasın, buralarda ne kadar sık ağaçlar varmış, ışık da iyice gitti, çişim geldi, çok eğimli burası, biiiiz çoook önemliyiiiz, düşeyazarsanız popoyu koyun yere, esprileri aşağıda yapabilir miyiz düşeceğim gülmekten, hadi herkes olduğu yerde çişini yapsın, ilerisini görüyor musunuz, ses veer, nildeeen, hasibee, nesriiin, gülsüüüm, nesrin geliyon mu arkadan, biiiz çoook önemliyiiiz, burası uçurum ordan değil burdan gidelim, çok uzaktan çıkıcaz galiba, yol nerede, burayı takip edelim, ya yağmur şiddetlenirse, biiiz çook önemliyiiiizz, oy fena kayıyor burası, gerizekalı olduğum için telefondan fener aplikasyonunu silmişim, gözüm flaştan kör olacak şimdi, başka telefon var mı ile de devam etti. Zifiri karanlıkta ve inanılmaz yorgunlukla da sonlandı. Evde sıcak duş ve kuzine üzeri kestane bizi bekliyor, günün ödülü.

Döneceğimizin günün sabahı, pazartesi oluyor, erken kalkıp, hava iyi olursa güneşin doğuşunu izlemeye karar verdik. 3 günlük kaz dağları yolculuğunun tek güneş anı işte o sabahtı, kendisiyle selamlaştık, sporumuzu yaptık ve sonra kendisini uğurladık yerine yağmuru aldık. Bir de ufak gökkuşağı. (kahve içerken geri geldi güneş; bakınız daha önceki yazılardan, türk kahvesi içerken güneşin altında mest olan blog yazarı. Bildiğin isteyince oluyor, seviliyor da olabilirim.)



                                      Aşağıdakiler de 'doğayı görünce biz' serisinden.


Günün geri kalan kısmında da, güzel bir su kaynağından su doldurmaca, pazara gidip kilosu bi liradan mandalina almaca, çintar için köylülerle pazarlık yapmaca, edremitin kocaman zeytincilerinden birine uğramaca ve bu zeytincide tadımlık diye abartıp 30 tane zeytin yemece, sonra da üzüle üzüle, hava niye biz gidince açıyor diye söyle söylene bursaya doğru yol aldık. 

O kadar eğlendim, o kadar dinlendim ki, insanın sabah yüzünü yıkarken aynı zamanda o suyu kana kana içebilmesi, rakısını o buz gibi akan çeşme suyuyla inceltebilmesi, sobadan gelen çıtırtı ve üzerinde kaynayan suyun fokurtusuyla uykuya dalabilmesi gibi yaşanan anılarla birlikte (okurken kıskandım arkadaş bu nasıl yaşam böh böh bööh); muhabbeti dopdolu, marifetli, eğlenceli ve arkadaş canlısı ebeveynimsiler ve öteki 2 can ile geçirilen tüm diyaloglar, hepsi harikaydı. Öte yandan 3 gün dopdolu iç özlem duygusuyla geçmedi değil, hatta bir ara o özlem duygusu 5 yılın manevi yüküyle birleşti, duygusallıktan az daha yığılıp kalıyordum ki, gülsüm teyzenin esprileriyle kendime geldim. 

Hikaye burada bitiyor, sonrası elektriksiz kent ölçeğinden şehir ışıkları ölçeğine gelmek. Saç kurutma makinasını bile çalıştırıp çalıştırmama arasında kalırken, koca koca sokak lambaları arasında kendini tam şehrin ortasında bulmak çok çirkin. 

Bu aşağıdaki şapşal romantik albüm kapağımsı fotoğraf da su doldurmak için durduğumuz yerden, ben picasa denilen programı yeni yüklediğim için, fotoğraflara saçma efektler basıp duruyorum. Bu sırada kendi makinamı götürmediğim için bütün fotoğraflar nesrin'den, çok azını ben çektim. 


Son olarak karar verildi ki insan Ege'de yaşlanmalı. Bir kere zeytin var, iki zeytinyağı var, havası dengeli, sıcağı ve soğuğu yerinde, denizi var mükemmel hem de. E herşeyi geçtim, zeytin var, yeşil zeytin, söylemiş miydim? 

Buralardan gitmiş isem başıma bir zeytin ağacı istiyorum, yeşil zeytin. 
Bitti güzelim dağ havası.

olmayan kelimeler

Bu aralar üzüldüğüm bir konu var, aslında son 10 dakikadır üzülüyorum ama ne yaptıysam üzüntümü geçiremedim. Metisin 2012 ajandasına bu yıl yeteri kadar ilgi gösteremedim ve ne yazık ki yapraklarının bir çoğu boş. Aslında benim için ajanda 'dur hangi günüm boşmuş, seni de şuraya ekliyorum şekerim' gibisinden gündelik, herkesin bildiği aktivitelerin planlanması için kullanılan bir araç değil; bir nevi, hangi olay hangi gün yaşanmış ve bu olaya dair sayfada bir iki söz var mıdır, gizli saklı iki kelime güne sıkıştırılmış mıdır gibi sorulara cevap veren nesnedir. Sonrasında açıp okumak, yaşanılan günlerin öznelerini hatırlamaya çalışmak ve ne hissettiğimi ufacık kelimelerle anlamaya çalışmak tadından yenmez bir eğlence oluyor benim için.

Neyse, son 10 dakikadır da doldurmaya çalışıyorum ama nafile. Öte yandan bu senenin konusu o kadar güzeldi ki, ilk aylarda neredeyse yanımda kitap gibi taşıyıp okuyor, çok ilerlememeye özen gösteriyor, sonrasında da okuyacak sayfalar bırakmaya uğraşıyordum. Ne olduysan ondan sonra oldu zaten. Bu ilgisizliğim yüzünden, üzüntümü birazcık hafifletmesi adına, 'olmayan kelimeler' den çok beğendiğim kelimeleri yazacağım buraya. Kalsınlar, ileride okurum diye.




>> Börek bitti, çok açım ve denizin kalabalık bir lügatı olduğuna, ona bakarsam, onunla konuşursam çoğalacağıma, balık adlarına benzeyen yepyeni kelimeler edineceğime inanırım. Lüfür mesela, 'hafif küfür' demek için güzel bir kelime değil mi? Çok canlı büyük kitleleri anlatmak için vardayla desek mesela? Kötü, bayat esprilere, şöyle homurdanır gibi, aşağılar bir tonla, homsi desek fena olmaz mı? Çok başarısız düşünceler bunlar, öyle değil mi götlek tefaller? (Murat Uyurkulak, Tol)

>> sensemek ben'in sen'i özlemesi, canının çekmesi.
Görmeyelden yüzünü ben ki nigarım, sensedim...
Ah u zar ile geçer bu rüzgarım, sensedim...
(Hümani, 15. yy)

>> Biraz ekonomi yapsak:
dakşam dün akşam, yakşam yarın akşam, döğlen dün öğlen, yöğlen yarın öğlen, dabah dün sabah, yabah yarın sabah

>> egoduvarı diplomaların, sertifikaların, ünlü kişilerle fotoğrafların asıldığı duvar, egosörfü insanların internette kendi adlarını bulmak için gezinmeleri.

>> düşanı rüyada görülen olayların anısı. Örn. Düşanılar da anılar kadar gerçek, yakıcı ve tacizkar olabiliyormuş meğer.

>> samir (farsça) geçe ay ışığında konuşan kişi.

>> Sandöviç kuşağı hem çocuklarına hem anababalarına bakmak zorunda kalan kuşak; kulüp sandöviç kuşağı çocukları ve anababalarının yanı sıra torunlarına da bakan kuşak; helikopter ebeveyn ömrünü çocuğunun etrafında dönerek geçiren ebeveyn.

>> pesometre vatandaşın pes deme noktasını ölçen alet.

>> umu-küsü ( azerice) birisinden içten içe bir şey umup, beklentinin boşa çıkması durumunda o kişiye
küsme.

>> abesoloji zihnin abesle iştigalini ve abesin zihni işgalini inceleyen bilim dalı.

>> litost Çeklerin aynı anda sempati, üzüntü, pişmanlık ve tanımlanamayan özlem anlamına gelen litost diye bir sözcükleri vardı. Milan Kundera'ya göre, litost 'açık bir akordeon kadar sınırsız bir duyguyu' ifade ediyordu; sözcüğün 'ilk hecesi uzun ve vurgulu okunduğunda terk edilmiş bir köpeğin iniltisini' andırıyordu. (Svetlana Boym, Nostaljinin Geleceği)

30 Kasım 2012 Cuma