13 Nisan 2010 Salı

turuncu

nereden başlasam bilemiyorum ile başlamak istiyorum bu yazıya, fakat çok sıradan olmasından korkuyorum, zira yakın bir arkadaşıma göre bu kalıp ile başlamak en kolay ve en sıradan başlangıç olacak(1). oysa ki insanların farklılığı sevip, sıradanlığı tercih ettiği şu zamanlarda pek de alışık olmadığımız bir yazı olacağına neredeyse eminim(1).

bahsetmeye çalıştığım bilmemezlik, yazmaktan kaynaklanıyor evet. uzun bir süredir yazamamaktan, yazıp da yayınlayamamaktan şikayet ederken aslında bu düşüncelerin ne kadar gereksiz olduğunun farkına varıyorum ya da bunu hep biliyorum ama daha çok hakim olan duygum bu değil. yazıları paylaşmak ile ilgili sıkıntılarım için ilacım yine o arkadaşım çünkü O, oyuncaklarını bile paylaşmazken içindekileri -değiştirip de olsa- paylaşan (1), beni paylaşmaya ikna eden. tam da bu noktada rahatlamamı sağlayan bir diğer etkiye sahip madde ise aslında insanların ne yazıyorlarsa yazsınlar hiç bir şekilde içindekileri tam yansıtamıyor oluşları. oysa insan nasıl da yansıttığını sanıp panik içerisinde çırpınıyor, eyvah herkes artık her şeyimi biliyor diye. işte bu durumdayken bu çırpınmaya son veren yeniden O çünkü ellerimin yazamayacağı ve çizemeyeceği bazı şeyleri gözlerimin anlattığını çok iyi biliyor, kendi düşüncelerimi bile bilemezken aklımdan nelerin geçtiğini tahmin ediyor(2).

peki bu bilmemezlikten önce neler vardı diye düşünüyorum. niye yazıyorum, kime yazıyorum, okunuyorsa kim okuyor, kim okumuyor gibi soruları çok geç sormaya başladım. sebebiyse aslında cevaplarını bilmediğim soruları kendime hiç sormayıp gerçeği öğrenmeme ve öğrenmeye hiç meraklı olmama durumum. Hani zaman zaman cahillik en büyük mutluluktur ya, mesela dünya üzerinde gerçekleri hiç öğrenmeseniz en mutlu insan olabilirsiniz, işte öyle bir durumdayken O, okuyup da değer vermenin ne demek olduğunu ilk kez gösterdi(3). tek sorunsa gerçekleri yavaş yavaş öğrendiğim için hala mutluydum, gerçek anlamda okuduğunu düşündüğüm insan beni daha da mutlu etmişti. Ardından hiç olmayacak bir zamanda, 'şu an ağlamamalısın' cümlesinin söylenmemesi gerektiği bir anda, o damlayı gözümde kısa süreli de olsa tutmamı sağladı. Emin değildim gözlerimin içini okuyabildiğinden o zamanlar, söylediklerine ben bile inanmıyor, ona hak vermiyordum. 'sen hala seviyorsun değil mi' dediğinde, sadece özlüyorum diyordum. Oysa her şeyden çok özlediğim şey yalnızlığımdı, çok uzun bir süredir ihmal ettiğimdi, yüzüne bakmaya cesaretim olmayandı. Aşık olduğum ama o gidince de en çok hissettiğimin yalnızlık olduğu yalnızlıktı bu, anlam karmaşasıydı(4). çünkü insan ne düşünürse onları yansıtıyor gözlerinden ve karşısındakinin yansıyandan payını almaması gibi bir şansı hiç ama hiç olmadı.

sonra saatlerce 'aşk'ı dinledim ondan, neler yaptığını, neler yaptırdığını. anlattı yine tavsiyeler verdi, yazdığı rahatlığıyla anlatıyordu fakat karşımda oluşunun en büyük güzelliği ağzından çok gözlerinin de anlatıyor oluşuydu. ne kadar sevdiğini, uğruna neler yaptığını bir bir anlattı gözleri; içindeki sevinçleri, fedakarlıkları, yolları, yolculukları, bazen de küskünlükleri. Sadece sevgiliye değil; hayata, anneye, yazmaya, okumaya olan her türlü 'aşk'ı dinledim ondan, bazen 'aşk' altında anlatmadı belki ama hepsinde sonsuza giden (5) bir şeylerin (6) varlığı yetiyordu bunu anlamaya.

yavaş yavaş ne kadar da benden, bizden olduğunu anlamaya başladığımda, O'na dair daha çok şey öğrenmek için yazılarını okumaya başladım, geç olduğunu bile bile. okudukça gözlerimin içi parladı, daha çok öğrendim yaşamaya, hayata, sevmeye ne kadar bağlı olduğunu. en basit örneği bir kupayı nasıl sevdiğiydi, ona nasıl anlam yüklediğiydi. O çok sevdiği kupasının kırılışını (7) bile görmezken ben sevdiğimi bile düşünmediğim, iyi anılardan edinmediğim bir kupanın kırılışına şahit olmuştum. gözlerimin önünde parçalanan ise o kupa değil bendim, iyi anılarım, en sevdiğim, en değer verdiğim, hayallerine en çok inandığımdı kırılan. bana dakikalarca gelen zaman diliminde sadece kırıklara baktım, nasıl dikkat etmediğimi düşündüm. en güzel kahvelerin onun içinde içildiğini, en güzel çayların onun içinde acıdığını (8) bile bile dikkat etmedim, gözüm gibi bakmadım, bakamadım o kupaya.

okudukça, anladıkça ve ben yazdıkça O ayna tuttu cevap verdi yazdıklarıma. su ve hava ilişkisi içinde bir insan için neler yapılabilir diye düşünürken balıkların son anlarını yazmaya kalkıştım(9) ve hemen ardından O en güzel niteliği kazandırdı bana; cevap (10). hala sorulması gereken ise asıl korkutucu olanın su mu hava mı oluşu (11).

ve tüm bunların sonunda asıl gelmek istediğim noktaya varabildim mi bilmiyorum, bildiğim şu ana kadar sıradan olmayan tek yazı oluşu.

geç de olsa doğum günün kutlu olsun hayallerini geniş tutan turuncu adam.

Nilden-13.04.2010

1 yorum: